Beyazı özleyenlere ithafen…
Pencereden dışarı bakıyorum. Yeşil ve sarı. Çoğu yaprak olması gerektiği gibi yerde. Şikayetçi gözükmüyorlar. Tekrar canlanmak, toprağın anaç bağrına bağlı ağaçlarına uzanmak istemiyorlar. Yeşilden sarıya dönüşün çaresizliğinde değiller. Arada su birikintileri var. Kıpırtısız, nefessiz bekliyorlar. Balçığın karası yerleşmiş diplerine. Göz göz açılmışlar toprağın verimli gövdesinde. Karşıdan beli bükülmüş bir adam ördekleri yürütüyor önüne katmış. Beyaz, lekesiz ördekler suyun karasına inat. Yavaş yavaş iniyorlar tekinsiz suya. Güvenmek istiyorlar kendilerini taşıyan sulara. Öylesine bırakıyorlar vücutlarını düşünmeden, beyazın tüm renkleri kucaklayan saflığıyla, kirleneceklerini bilmeden. Arabaların gürültüleri dikkatimi dağıtıyor. Hızlı, aceleci, umarsız arabalar… Oysa ördekler güzeldi bata çıka yüzdükleri çamurlu suda. Onlara bakmalıyım. Bir ördek gibi hafif, akan, süzülen, beyazın büyüsüne kapılmış, başka renk bilmeyen biri olmalıyım. Ama izin vermiyorlar. Sonbaharın kendine yakıştırdığı renkten beyaza geçemiyorum.
“Bu pencerenin önünde durmaktan sıkılmadın mı? Aynı yere bakıyorsun sabah akşam.” Başladı yine konuşmaya ikinci kattaki şişman ev hanımı. Fütursuz, dengesiz, ucuz kadın… Yanında bir askı gibi duran, boş boş bakan bakkal çırağını da destekçi biliyor kendine. Ne dese yapacakmış gibi duruyor çırak. Kadının şişman vücudundan arta kalanlarla şekillenmiş cılız bir leke. Onun gölgesinde yaşamaya alışmış aptal aşık. Sokak simitçisi şaşırmıyor bu duruma. O da benim gibi bakıyor sadece. Sessizliğin sesi yeneceği anı bekliyor benimle birlikte. Anlıyor belki beni. Çocuk çünkü. Çocuklar temiz olur. Hesapsızdır, açıktır. Görür içini, tüm hücrelerini. Öyle sorular sorar ki sana yalan konuşamazsın. Böylesine bir saflığı kirletemezsin yılların kokuşmuş tecrübeleriyle. Kocaman mavi gözleriyle en derinine bakar, sen bile bilmezsin oraları. İtiraf edemediğin her şeyi gün yüzüne çıkarmaya çalışır. Deşer sandığı. Sararmış mendilleri bulur, kenarı oyalı sabun kokulu yazmaları, hiç giyilmemiş patikleri… Oysa ötekiler öyle mi ya? Varsa yoksa “neden oturuyorsun? Konuş biraz, git yemek ye! “ler…
Arkalarda duran öğretmen de yaklaşıyor yanıma. Acır gibi bakıyor bana. Gözlerini kısarak ilerliyor sinsice. Tanıyorum ben onu. Hep böyle yapar. Alaycı bir sırıtış dudağının kenarında. Yerleşmiş. O denli ki yırtsanız bile o dudakları çıkmayacak, eldeki günah gibi. Bakan ama aslında sizi hiç görmeyen gözler. Seni çok severmiş gibi görünür, çok anlayışlı, çok yardımsever. Ama öyle değil, biliyorum. Kocaman bir maskesi var, kocaman gövdesinin üzerinde. O gövde gerçek yüzünü göstermemek için şişmiş, şişmiş. Eklenmiş başın altına.
İkinci kattaki ev hanımı hala konuşuyor. Susmuyor ki! Ağzını biteviye açıp kapatıyor da kelimeler o çirkin çukurdan dökülüyor. Yorulmuyor o yüzden. Hiç çaba sarf etmiyor. Kusuyor aslında, konuşmuyor. Pisleniyor yerler görüyorum ben. Bir sussa kalkıp temizleyeceğim. Temizler miyim? Bilmiyorum.
Bir de uzun boylu, gençken yakışıklı olduğu belli yaşlı adam var. Ne iş yaptığını bilmiyorum. Feleğin çemberinden geçtiği belli, hayatın tadını çıkarabilenlerden. Arada karşıma geçer oturur. Pencerenin yanında karşımdaki pufa. Çay koymamı ister. ”İçeriz şöyle keyifle.” der. İçsem ısınırım aslında. Dinlesem onu. Tavşan kanı sıvıyı boğazımdan akarken düşünürüm. Hoşuma gider bu duygu. Diğerlerine göre daha başka gelir yaşlı adam o yüzden. Canımı sıkmadı şimdiye kadar. Dertleşmeye çalıştı sadece. Ama ben anlatmadım yine. Nasıl anlatayım? Hangisini?
Dışarıda yağmur başladı. Kasım ayındayız galiba. İçerisi de soğudu bayağı. Üşüyorum. Ellerim buz gibi. Ayaklarım taşın soğukluğunu çekiyor. Sırtımda boynumdan aşağıya ince ince akıyor titreyiş. Soğuk akıyor yere oluk oluk. Umursamıyorum.
İkinci kattaki şişman ev hanımı sustu mu diye bakıyorum. Yok. Ağzı hala açılıp kapanıyor. Duymuyorum artık dediklerini. Sadece küçük yuvarlak gözlerini, kuyu misali ağzını, kalın dudaklarını (bu insanın kadınsı bir yönü olduğuna şaşırarak ), oradan oraya savrulan kırmızı, etli ellerini görüyorum.
Kapamalıyım hepsini yan odaya. Yeter artık! Hiçbirini görmek istemiyorum. Yakışıklı dedeyi bile. Belki o da kandırmaya çalışıyor beni. Böyle yavaş yavaş yaklaşıyor. Canımlar, cicimlerle…
Salı bugün. Salı mı? Gelmedi hala o zaman. Geç kaldı. Saat beş olmuş. Bilse onu nasıl beklediğimi yapar mı böyle? Yolunu gözlediğimi bilse. Ekmeğin tuzu özlediği gibi özlendiğini bilse. Telaşlı eteklerini savurur, sonbaharın gizlediği tüm hüzünleri barındıran gözleriyle gelirdi. Belli etmez ama gözlerindeki yaprak dökümünü. Kocaman gülümseyişini alır, kahkaha kahkaha yaklaşırdı. Duyardım adımlarını. Sessiz olmaya çalışsa da kokusunu duyardım. Uzak denizlerden gelen rüzgârın savurduğu yasemin kokusunu. İşte o an martı çığlıkları patlardı gönlümde. Ah! Bir anlatabilseydim, beyazı sadece onda görebildiğimi. Yasemin kokusunun çıldırtan beyazını.
Sokak simitçisi çocuk yaklaştı yanıma diğerlerini geride bırakarak. O korkunç kalabalığın arasından sıyrılmayı başardı. Kimse engelleyemedi onu. İstediler ama olmadı. Çünkü hiçbiri masum değildi. Hiçbirimiz değildik. Ellerini ovuşturuyor, ikinci kattaki şişman ev hanımının aksine düşmüyor sözler dilinden. Çocukluğun verdiği ürkeklikle adımları geri geri gidiyor. Cesur görünmeye çalışsa da anlıyorun gözlerindeki endişeyi. Korkuyor benden. Nasıl korkmasın? Saç, sakal birbirine karışmış, zayıflamışım. Ellerim buruşmuş, kurumuş. Kemik kemik. Gözlerim? Göz çukurlarım yok. Yüzümde gezdiriyorum varlığından emin olduğum ellerimi. Görmek istediğim bir şey kalmadı. Gözlerim lazım değil. Onları bulamamak korkutmuyor beni, telaşa düşürmüyor. Yok hükmündeler artık. Salı bugün… O da gelmedi. Ne göreceğim bundan sonra? Artık donmuş, durmuş, görmek istemeyen bir adamdım. Korkuyor o yüzden benden. Usulca sokuluyor. Bir şeyler mırıldanıyor, “İçerde bir kadın var. Yatıyor boylu boyunca. Yüzü bembeyaz. Gözlerini tavana dikmiş, hayretle bakıyor. İnanmıyormuşcasına. Çığlığı yarım kalmış dudaklarından bu belirsizliğin izi akmış. Çok güzel ama. Böyle bile güzel. Ağaçların açmamış çiçekleri kadar taze, yasemin kokulu…
Çok güzel yüreğinize sağlık…