Güneydeki o kente varmaktı amacım. . .
“Hani ne insan şu oradakiler! Düşünsenize, hiç uyudukları yok.”
“Neden?”
“Yorulmuyorlar da ondan.”
“Neden yorulmuyorlar?”
“Çünkü aptal hepsi.”
“Aptallar yorulmaz mı?”
“Aptallar yorulur mu hiç!” (Kafka, Şosede Çocuklar, çev. Kamuran Şipal)
Kafka “aptalların uyumadığı güneydeki kente” ulaşabilir mi bilinmez ama “Yalnızlık Bir Uçurumdur” adlı kitabında söylediği gibidir durumu: “Zerre kadar bir şey hissetmiyorum; bütün kederli çiçekler fırtınada toplanmış, kafamın en özel membasında dans ediyorlar.” Yazma konusunda pek çok yazar ve şairin ortak cümlesi yazmayı kendilerinin seçmedikleri yazmanın maruz kalınan bir durum ya da bir zorunluluk olduğudur.
“Mutlu insanların hikâyesi olmaz” der Umberto Eco. Latife Tekin de böyle düşünen yazarlardan biridir: “Durup dururken yazı yazmıyor insan. Yazmak için bir derdinin olması lazım, normal olarak yaşamı sürdüremediğin için yazı yazıyorsun, bir yenilgiden sonra yazıyorsun.”
Barış Bıçakçı ise bu durumu şu şekilde açıklar: Birileri “bize doğru öten yaşamı” elimizden aldığı için, onu savunabilmek için yeni bir gramer gerektiğine inandığı için yazar. Çocukluğundan bu yana kulağına fısıldanan kederli malzemeyi katlayıp kaldırırken “buruşturduğu”nu düşündüğü için de yazar.“Tek ve öldürücü hamle” arzusuyla başlayıp “sızıntı”ya razı olduğu için yazar: “Sızıntı hep vardır, ip gibi, yaşadıklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır.”
Öykünün devamında ise haritadaki o noktayı şöyle resmeder: “Orada, dört tarafı su ile çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döğen dalgalarla ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünce ile haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar kurar dururdum” (s. 46-47)
Sait Faik, yazmanın da bir hırs olduğunu düşündüğü için kurguladığı ütopik dünyaya bu kötü eylemi dahil etmek istemez. Hırstan, kinden, kötülükten arınmış bir dünya burası. Bu dünyada başkalarından üstün görünme isteğine yer yok. Çünkü burada tok aça, güçlü güçsüze, akıllı aklı kıt olana yardım eder ve tabiatın buyurduğu şekilde yaşanır. Fakat işler pek de yolunda gitmez ve yazarın “Haritada Bir Nokta” öyküsünde söz ettiği ütopik adasındaki hayaller gerçek Ada’da gölgelenir ve balıkların pay edildiği sırada yazarın tanık olduğu olaylar onu tekrar yazmaya iter: “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” (Sait Faik, Son Kuşlar, s. 51, Varlık Yayınları, 1956, İstanbul)
Diğer yandan Orhan Kemal bir röportajında şunları söyler:
“Bereketli Topraklar Üzerinde romanının ilk yazılışında Adana’daydım. Köse Hasan’ın ölüm sahnesine takılmıştım. O sırada Seyhan kıyısındaydım. Kendi kendime mırıldanarak, Hasan’ın hemşerisine vasiyetini en iyi biçimde vermek için nasıl dedirtmeliyim diye, bir, beş, on tekrarlar yapıyorum. Birden istediğim klişe düştü kafama. ‘Kardaşlar, beraber tuz epmek yidik. Ola ki, benim size hakkım geçmiştir. Benim iflahım kesik…’ falan der ya? Oralara gelince bir an Köse Hasan oldum sanki. Elimde kızım için satın aldığım saç tokası. Hemşerilerime bunu kızıma götürmelerini vasiyet ediyorum. Öyle dokundu ki, başladım ağlamaya. Çevremde insanlar. Görmelerinden de çekiniyorum. Açtım adımlarımı ama hemen kâğıda kaleme sarılıp o pasajı notladım.”
Fethi Naci’nin Orhan Kemal’in en iyi romanı dediği “Bereketli Topraklar üzerinde”nin yazılma süreci ile ilgili anlattıkları, yazarın neden yazdığını da açıklar aslında, neden bu kadar sevildiğini de.
Başka bir röportajında ise öğrencilerimle sık sık paylaştığım şu cümleleri söyler: “Çoğunluk geceleri, sabaha karşı saat dörtte kalkar, kahvemi kendi elimle pişirir, makinemin başına geçerim. Üç, dört, beş, bazan hızımı alamam altı saat durmamacasına çalıştığım olur. Hele âşıksam! O zaman iş değişir. Parmaklarım yazı makinemin tuşlarında rüzgârlaşır. Rüzgârlaşır, çünkü yazdıklarımı sevdiğime götürüp okutacağım. O okur, ben onun sesinden kendi yazdıklarımı zevkle dinlerim. İnanır mısınız, o okuduğu zaman, yazdıklarım benden çıkar. Sanki o yazmış da bana okuyor!”
“Yazmanın çıkış noktası ve yazma ihtiyacı” konusu yazarın samimiyetini görmemize yardımcı olacak cevapları da içerir. Samimiyetten kastım yaşamı ve yazdıkları arasındaki tutarlılık. Nursel Duruel’in Cemal Süreya üzerine yazdığı biyografik eserinin de adı olan şu cümle: “Şairin Hayatı Şiire Dahil.” Hani diyor ya şair “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?” Başka çıkar yol kalmadığında kaleme sarılmanın bir başka ifadesi. Attila İlhan’ın Maria Missakian adlı şiirinde bu durumu şöyle imgeliyor:
“döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam”
Rollo May “Birinci sınıf bir sanat eseri ile karşılaşmak pür bir varoluş biçimiyle kendi varoluşumuzu karşı karşıya koymaktır ve varoluşumuz bu karşılaşmada sarsılır ve bu katarsise yol açar.” der. İşte bunu yaşatan sanat eserlerinin gücü ve kalıcılığı tartışılmazdır.
Gevezelik çağında edebiyat – Barış Bıçakçı’da cümle savaşları Nurdan Gürbilek
Sait Faik: “Yazmasam deli olacaktım” – B. Sadık Albayrak
Rollo May – Yaratma Cesareti