MEŞRUTİYETTEN GÜNÜMÜZE
“MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI”
Nâzım Usta’ya saygıyla…
Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaralarında, Doktor Faik Bey:
“Duydunuz: muhakkak,
düşündünüz: belki,
anladınız: zannetmem.
Ne olacak hem,
anlasanız da unutacaksınız.” der. (s. 165)
Duymak, düşünmek ve anlamak yetmiyor. Unutmamak gerek. Nereden gelip nerede olduğumuzu anlamak için unutmamak gerek. O zaman hatırlamaya gereksinim duyuyorken, sözü açalım ‘leylak ve tomurcuk kokan bir gece’de. ‘Bir kırmızı gül dalı’nın eğilerek Nazım Usta’nın alnını okşadığı eski bir gömütlükten. Ve Hasan Hüseyin’e bırakalım sözü burada:
«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet’in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara
Nazım Hikmet, Vala Nurettin ile Moskova’ya giderken, “İzvestiya” gazetesinde, Mayakovski’nin uzunlu-kısalı, başka deyişle basamaklı dizelerle yazılmış bir şiirine rastlar. Kiril alfabesi ile yazılan bu şiirin biçimsel farklılığı ilgisini çeker ve yolculuk boyunca edindiği açlık ve sefalete ilişkin izlenimlerini bu biçimle yazdığı “Açların Gözbebekleri” şiirinde aktarır. Şiir ilk yayımlandığında büyük tartışmalara yol açar. Ardından kabul görür ve şiirimizin serbest ölçü ile yazılmış ilk örneği ve öncüsü olarak tarihe geçer.
“Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon
aç
bizim!
Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!
Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!” (1922)
Moskova’da kaldığı süre içinde şiirinde biçim ve içerik yönünden ortaya çıkan değişikliklerin ilk ürünü olan 835 Satır adlı şiir kitabı yayımlanır. Nâzım Hikmet’in bu heyecan dolu gür sesi, peş peşe yayımlanan öteki kitaplarında da sürer: Jakond ile Si-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (1932), Portreler (1935), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935).
1936’da yayımlanan Şeyh Bedreddin Destanı, Nâzım Hikmet şiirinde önemli bir dönüm noktasıdır. Turgay Fişek’e göre 1933’te yazdığı “Karıma Mektup” ile 1937’de yazdığı “Karanlıkta Kar Yağıyor” da şairin ne yönde gelişeceğinin çarpıcı örnekleridir. Turgay Fişek, “Bu iki şiir, Nâzım Hikmet şiirinin belki de en önemli özelliği sayılabilecek lirizmle gerçekçiliğin görkemli buluşmalarını gerçekleştirir.” Der.
1938’de orduyu isyana teşvik suçlaması ile tutuklanır ve İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde on üç yıl yatar. Cezaevi yıllarında destanlar ve lirik şiirler başlıkları altında toplayabileceğimiz olağanüstü yapıtlar ortaya koyar. Cezaevinde bulunduğu yıllarda yazdığı “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” ve “Kuvayi Milliye Destanı” Memleketimden İnsan Manzaraları adlı büyük eserin yazılmasında büyük rol oynamıştır.
Eşi Piraye’ye ithaf ettiği Memleketimden İnsan Manzaraları adlı kitapta Haydar Paşa Garından yola çıkan ve yolcuları arasında dört mahkûm bulunan “Anadolu Sürat Katarı” adlı trenin Ankara’ya gelmesi, Mahkûmlardan Halil’in buradan cezaevine aktarılması ve tren ile cezaevinde geçen sürelerde Halil’in edindiği izlenimleri beş ayrı kitapta aktarılmaktadır. 1940-1945 yılları arasında yazıldığı bilinen eser ilk olarak Rusya’da yayımlanmıştır 1962 yılında.
Türkiye’de ise oğlu Memet Fuat‘ın yönetimindeki De Yayınları Memleketimden İnsan Manzaraları’nı beş ayrı kitap olarak yayımlamaya karar verir. İlk kitap yayımlanır.
Memleketimden İnsan Manzaraları beş kitaptan ve 537 sayfadan oluşur. 1940-1945 döneminde yazılan eserde; meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı (özellikle Çanakkale Savaşı) ve Kurtuluş Savaşı da anlatılır. Eser, çeşitli tiyatro oyunlarıyla da sahnelenmiştir. Kitap ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenen “100 Temel Eser” arasında yer almaktadır.
“Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e 20.3.1942 tarihli mektubunda, 12.000 mısralık dört kitap olacağını öngördüğü Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, toplumsal sınıfların belli bir tarihi devredeki durumunu vermek istediğini yazar. Nâzım Hikmet, yapıtının birinci kitabını lümpen proleter, proleter ve küçük burjuva sınıflarının takdiminde bir mukaddime ve hazırlık, ikinci kitabını küçük burjuva ve burjuva sınıflarının takdiminde bir mukaddime olarak belirler. İkinci kitaptan itibaren toplumsal tipler karşılaşmaya başlayacaktır.”
Eserde toplumun farklı kesimlerinden yüzlerce kişi yer alır. Üçüncü kitaptan itibaren olaylar ve kişiler Halil’in gözünden aktarılır. Halil, özellikleri incelendiğinde Nazım Hikmet’e ve Kemal Tahir’e benzer yönleri ile dikkat çeker. Nazım Hikmet’in şiir, resim, roman, tiyatro, sinema vb. tür ve sanatlar arası olma özelliği ile de ön plana çıkan Memleketimden İnsan Manzaraları eserini oluşturan beş kitabı kısaca tanıtmak-hatırlatmak isterim:
“Aç insan kurt olup saldıramazsa/açlık itten beter eder insanı elbet”
Birinci kitap Anadolu Sürat Katarı’nın, Haydarpaşa Garı’ndan yolcularını alarak hareket etmesi ile başlar, yolculardan birinin trenden atlamasıyla sona erer.
Tuhaf şeyler düşünmesiyle meşhur olan Galip Usta, attan düşüp kambur olan Kerim, peri çarpması sonucu bağlama çalmaya başladığına inanan Tatar Yüzlü Adam, iki oğlunu birbirine düşürebilecek kadar kötü yürekli Şahende, Hitlerin Müslüman olduğunu düşünen Halim Ağa, Kartallı Kazım, Melahat ve diğerleri… Birinci bölümde at gübresinden arpa ayıklayan, Almanların köpeklere verdiği makarnalara ortak olmaya çalışan askerler… Savaş, yoksulluk ve sefalet… Memleketimden insan manzaraları…Ama seyirlik değil, iç açıcı, keyif verici değil…Düşünmelik, uzun uzun düşünmelik manzaralar…
İkinci kitap varlıklı yolcuların yolculuk yaptığı vagonda başlar. Yemekli vagonda devam eder. Vicdanı parmak büyüklüğünde bir adam olan Hasan Şevket’in kendisiyle hesaplaşması, “Büyük parayı alın teriyle kazanamazsın / başkalarını bilmem, / benimkinin temelinde alın terim yok.” Diyen Burhan Özedar, daha sonra Halil’i tedavi edecek olan Doktor Faik, Kuvayi Milliye Destanı’nı okuyan Mustafa ve diğerlerinin Ankara Garı’na ulaşması.
Üçüncü kitaptan itibaren, Halil’in cezaevindeki izlenimleri anlatılır ve Bozkır Hastanesi Başhekimi Faik Bey’in intiharı ile sona erer. Altı aylık bebeğini Mustafa ile kaçarken kuyuya atan Nigar, parmağını pres makinesinde ezmiş olan “canım ciğerim/on üç yaşındaki işçi Kerim”
Bir çobanı öldüren Hamza ve diğer mahkûmlar… Halil ile karısı Ayşe arasındaki mektuplaşmalar, Doktor Faik’in ölümle ilgili düşünceleri vardır bu bölümde. Halil, etrafı kitaplarla çevrili başgardiyanın odasındadır tek başına. Hapishane avlusunda terzi, kalaycı ve aynacıların çalıştığı on iki dükkân bulunmaktadır. Gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle hastaneye giden Halil’in izlenimleri de eklenir bu bölüme. Bağırsağı düğümlenen karısının ameliyat edilmesi kararını bir türlü veremeyen Dümelli’yi anlatır Doktor Faik Halil’e ve bölümün sonunda Doktor Faik intihar eder.
Dördüncü kitap iki bölümdür. İlk bölüm, radyo meraklısı Cevdet Bey’in ayağı kırılan bir leylekle can yoldaşı olmasıyla başlar. Leyleğe Hacı Baba ismini vermiştir. üç nokta vilayetinin -Aydın olduğu tahmin edilir- varlıklı insanlarının Toprak Mahsulleri Ofisi çevresindeki ilişkileri anlatılarak devam edilir. İkinci bölümde Cevdet Bey, Atlantik okyanusunun dibinde Münihli Hans Müller ve İngiliz Harri Tomson’ın cesetleri ile karşılaşır. Bir tarafta İkinci Dünya Savaşı anlatılır diğer tarafta radyo başında bir senfoni eşliğinde Alman-Rus savaşı… Alman tanklarının Moskova’ya kadar gelmesi ve Tanya… Asıl ismi Zoe… On sekiz yaşında bir partizan.
“Tanya, Bursa Cezaevi’nde karşımda resmin… / Bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir. / Tanya, senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi… / Seni astılar memleketini sevdiğin için / ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim / Ama ben yaşıyorum, / ama sen öldün. / Sen çoktan dünyada yoksun, / zaten ne kadar az kaldın orda: / on sekiz senecik. / Doyamadın güneşin sıcaklığına bile…”
Dördüncü kitap Tanya’ya yazılan bu şiir ile sona erer.
Beşinci kitapta Halil’in karısı Ayşe’nin gönderdiği mektuplara geniş yer verilmiştir. Hapishanede marangozluk yaparak kazandığı paraları Ayşe’ye gönderir Halil. Ayşe bu durumdan büyük üzüntü duymaktadır.
Koyunzade Şerif Bey’in tarlasında ırgat olan Ahmet ve Çolak İsmail, İşçi Kerim, Remzi Efendi tahliye edilen Fuat ve ailesini zehirleyen fabrika işçisinin sağ kalan on üç yaşındaki kızı bu bölümün kahramanlarıdır. Zehirlenen ailenin ekmek karnesini bulan ve kuponları satmak üzere alan iki kişiden ihtiyar olanın tepkisi manidardır:
“Yetmiş beş kuruş da senin olsun, istemem / Burda durma haydi git / Allah belamızı versin / ikimizin de…”
Memleketimden İnsan Manzaraları, birçok tür ve sanatın ustaca birbirine eklemlendiği, dil, tarih, sosyoloji, iktisat, kültür ve sanat konuları hakkında dönem değerlendirmesinin yapıldığı sosyalist gerçekçilik temeline oturan önemli bir başyapıt. Nilay Özer’in, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladığı ‘Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda İmajlar: Toplum, Tarih ve Sinema’ başlıklı doktora tezinde bir üzüm salkımına benzettiği eserde, beş yüz civarında tipi kategorilere ayırır: lümpen-proletarya, proletarya, köylüler, askerler ve gaziler, kadınlar, mahkumlar, azınlıklar. Her sınıfsal grubun temsilcisini seçer ve detaylı bir çözümlemeye girişir. Özer, Kaybedenler (Kurtuluş Savaşında öne çıkan fakat sonraki dönemde geride kalan kimseler) ve Kazananlar (siyasetçi-asker-işadamı, yabancı sermaye-Osmanlı burjuvazisi-milliyetçi aydın, sahtekârlar ve harp zenginleri, alt kademedeki komuta mercileri, toprak ağası tüccarlar, hacıağalar, küçük burjuvazi) şeklinde de bir gruplandırma yapar.
Eserin yoğunluğu, büyük bir birikimi taşıması şairin anlatım olanaklarını çeşitlendirmesine ve bu olanakları sözünü etkili kılma amacıyla kullanmasına sebep olmuştur. Başka bir deyişle sanat anlayışına uygun olarak içerik biçimi belirlemiştir. Bu anlamda Nilay Özer’in şu tespitleri önemlidir:
“MİM, sinemanın temel unsurlardan biri olduğu, türsel kaygıları aşmış, edebî türlerle birlikte resim, fotoğraf, radyo, sinema, roman, gazete, tiyatro gibi tüm sanat ve medyaların araçlarını eklemleyen bir yapıt olarak Wall-Romana‘nın sineşiir teorisiyle birebir örtüşür. Bir önceki başlıkta, yapıtın herhangi bir tür için belirlenmiş sınırlara sığmadığı, bir sentez olarak değerlendirilebileceği belirtilmişti. Sineşiir bağlamında diğer türlerin, sanat ve medyaların MİM‘de nasıl kurucu unsurlar haline geldiğine MİM, sinemanın temel unsurlardan biri olduğu, türsel kaygıları aşmış, edebî türlerle birlikte resim, fotoğraf, radyo, sinema, roman, gazete, tiyatro gibi tüm sanat ve medyaların araçlarını eklemleyen bir yapıt olarak Wall-Romana‘nın sineşiir teorisiyle birebir örtüşür. Bir önceki başlıkta, yapıtın herhangi bir tür için belirlenmiş sınırlara sığmadığı, bir sentez olarak değerlendirilebileceği belirtilmişti.”
Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım Hikmet’in dilin anlatım olanaklarını zorlayarak ve sınırlarını aşarak, insanına, yurduna, doğaya, tarihe, sanata nasıl baktığının ve baktığında ne gördüğünün bir ifadesidir. Aklımıza kazınan, çok dillendirilen bölümleri yanı sıra her okunuşunda, yeni hayranlık alanları ve keşifler yaratan çağdaş destanıdır. Yüzyıllara akan sesi, patlayan haykırışı, anlatma ve anlaşılma isteğinin emekle taçlanmış başyapıtıdır. Akıllara rehber, yüreklere şifa, geleceğe ışık olması umuduyla…
“…
İşler, atom reaktörleri, işler,
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken ben bir geceyi,
bir uzun geceyi gene uykusuz
ağrılar içinde geçirmişimdir.
Düşünmüşüm hasretliği, ölümü,
seni, memleketi düşünmüşümdür,
seni, memleketi ve dünyamızı.
İşler, atom reaktörleri, işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken hiç umut yok mu?
Umut, umut, umut,
umut, insanda…
*MIM: Memleketimden İnsan Manzaraları kısaltması
Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda İmajlar: Toplum, Tarih ve Sinema
Nilay Özer, Değerlendirme: Nermin Tenekeci