“Beni ya sevmeli ya öldürmeli
Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden”
“Shakespeare kadar maceracıydı, hayalperestti ve tıpkı onun gibi dünyayı görmek için can atıyordu. Ama okula gönderilmemişti… Ancak çok geçmeden, daha ilk gençlik yılları bitmeden, onu civardaki bir yün tacirinin oğluyla nişanlamışlardı. Kız evlilikten nefret ettiğini haykırmış ve bu yüzden babasından temiz bir dayak yemişti. Ancak yeteneğinin baskısı onu zorlamıştı. Yanına birkaç parça eşya alarak küçük bir bohça hazırlamış, bir yaz gecesi pencereden ip sarkıtarak aşağıya inmiş ve Londra yoluna düşmüştü. Ağabeyi gibi tiyatroya ilgi duyuyordu. Sahnenin kapısında durmuş ve oyuncu olmak istediğini söylemişti. Erkekler yüzüne gülmüşlerdi. Oyuncu menajeri Nick Greene ona acımıştı; Judith bir de bakmıştı ki o adamdan bir çocuğu olmuştu –bir kadın bedenine sıkışıp kalan bir şairin kalbinin ateşini ve hiddetini kim ölçebilirdi?– ve sonra bir kış gecesi kendini öldürmüş ve günümüzde otobüslerin Elephant ve Castle17 dışında durdukları bir kavşağa gömülmüştü. Herhalde Shakespeare’in dönemindeki bir kadın onun dehasına sahip olsaydı, hikâyesi aşağı yukarı buna benzerdi.”
Virginia Woolf gibi ben de, tek kelime bile yazmayan ve kavşağın bulunduğu yere gömülen Shakespeare’in hayali kardeşi Judith’in, bizim gibi kadınların içinde yaşadığına inanıyorum. Ve hatta bu gece bulaşıkları yıkadıkları ve çocukları yatırdıkları için burada olamayan başka pek çok kadının içinde…
“Erkeklerin de, kadınlara en yakın olanları şiir yazar, duyarlı olanlar, ince olanlar.”
Adını “Büyük Şair” e çıkaran ilk kadındır Gülten Akın. Edebiyat dünyasına, 1951’de Son Haber dergisinin sanat sayfasında ve Varlık dergisinde yayımlanan yazılarıyla girmiştir. 1956’da otuz dokuz şiirinin yer aldığı ilk şiir kitabı Rüzgâr Saati yayımlanmıştır.
2015’teki ölümüne dek on yedi şiir kitabı yayımlamış, şiir sanatı üzerine notlarını, poetika üzerine yazdıklarını ve başka şairler üzerine düşüncelerini çeşitli kitapta toplamıştır. Öyküleri ve kısa oyunları da vardır.
Garip Akımı’nın silikleştiği İkinci Yeni’nin henüz etkinleşmediği bir dönemde yazmaya başlamıştır. Her dönemde olduğu gibi bu dönemde de erkek şairler çoğunluktadır. Kadınların toplumsal alanda ve sanat dünyasında sıkışıp kaldığı bir ortamda, duygularını alçak sesle, tedirgin söyleyişlerle ifadeye mecbur bırakıldıkları ve erkeklerin aksine sınırlarının gelenek tarafından belirlendiği bir dış dünyada, sadece hayallerinin özgür olabildiği gerçeği söz konusudur. Gülten Akın’ın şiirinde de bu gelenekçi baskının ve mecbur kalınan oto sansürün izlerini görebiliriz.
“Tedirgin kuşlar gibi kelime”
“Bazı kadınlar için aşk/Şöyle bir rüyasız sere serpe/Şöyle bir korkmadan uyumadır”
“Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden”
“Yağmur, yağmur…
Bu neyi anlatır?
Bunca siste bunca ıslak serçe
Hüznü bir köşesinden tutup kaldırmıştır”
“Bense merak ederdim hep oranın rüzgârını
Uslu mu deli mi sürekli mi?”
“Rüzgâr usta ben acemi
Esti geçti bir hışımla geçti”
“Siz bir ellerinizi bıraksanız, ben yalnızlığımı”
“Birisi bütün düşüncelerinin sahibi”
“Hatırası kara elleri beyaz”
İlk şiir kitabından itibaren Gülten Akın, Murathan Mungan’ın deyimiyle; süzülmüş bir Türkçe, damıtılmış bir dil kullanır. Kendine özgü şiir dilini ilk kitabında bulabilmiş, zekâsı ile de zirveye taşımıştır. Dört döneme ayırdığımız şiir sürecinin ilki imgesel dönem olarak adlandıracağımız daha çok gençlik sancıları, kadın duyarlılığı ve doğa temalarına ağırlık verdiği bir dönemdir. İkinci toplumsallık döneminde çoğullaşan sesini duyarız Gülten Akın’ın. İkinci Yeni’nin anlam kapalılığına karşı toplumcu gerçekçi bakış açısının halka yakın dili ve söyleyişleri, ele aldığı temalarla örtüşür. üçüncü dönemi olan Destanlar döneminde, Epik anlatımla yazdığı şiirlerde, Anadolu insanının yaşantısına odaklanmıştır. Göç, savaş, yoksulluk ve eşitsizlikler, haksızlıklar başlıca temalarıdır. Son dönemi diyebileceğimiz Bilgelik dönemi şiirlerinde ise Aşk, kadın ve toplumsal temaları işlemeye devam ederken, şiirinin ustalık ve bilgelikle ulaştığı noktayı net olarak görürüz.
“Anneler olmasa kim kimi severdi/ saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci/ yollar boyu, eskitilmiş alanlarda /solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’in annesi.”
Gülten Akın, Metin Göktepe’nin annesine yazıyor bu şiiri. Bir annenin ortak acıyla bağlandığı diğer anneyle dertleşmesi… Okan Keleş, Gülten Akın’ın Seyran Destanı ve Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı Eserlerinin Edebiyat Sosyolojisi Açısından İncelenmesi isimli yüksek lisans tezinde “Beş çocuğu olan Gülten Akın’ın tek erkek evladı Murat Cankoçak, 70’li yılların sonlarında Devrimci-yol davasından Mamak Askeri Cezaevinde tutukludur. Çocuğunun da avukatlığını yapan Gülten Akın, diğer avukatlarla beraber Mamak Askeri Cezaevinde bulunduğu sırada sağ kesimden bir mahkûmun saldırısına uğrar. Son anda yara almadan kurtulan şairimiz bugünlerini de şiirlerine yansıtır. Oğlunun da içinde bulunduğu siyasi mahkûmların başlatmış olduğu açlık grevini “42 Günün Şiirleri” adıyla yayınlar. Fakat oğlu bu duruma çok kızar.” cümleleriyle anlatır şairin bu dönemini.
Gülten Akın’ın, “Sonra bana benzeyen bir adam gördüm. İkimiz çıktık cenneti aramaya.” dediği adam… Yoldaşı, kocası, beş çocuğunun babası Yaşar Cankoçak… Cennet: Kumluca, Şavşat, Gevaş, Alucra, Haymana, Kumru, Gerze, Saray, Maraş… Yaşar Cankoçak’ın TİP’e yakınlığı ve ağalara karşı toprak reformuna destek vermesi, şairin de hem avukat hem öğretmen olarak halkın yanında yer alması, sürgünle ve şiirle sonuçlanır: “Git oldu can, sürgün geldi dayandı/ Sürgün yine geldi dayandı/ Kitapları topladım, çocukları giydirdim./ Hadi de doğrulalım Dranaz’ın karına.”
“Ben, bir sanat yapıtının konusu ne olursa olsun, bağrında bir umut çiçeği taşımasından yanayım. Ne köyler öylecene kalacak, ne kentler…” diyen Gülten Akın, çocukluğunun geçtiği Yozgat’tan Ankara’ya taşınmak zorunda kalması sonucunda, mutlu çocukluk anılarının hafızasındaki izlerini, içinde bir çekirdek gibi taşıdığını söylediği şiirle sürmüştür. O, şiirin ona dıştan gelmediğini, tam aksine kendi içinde doğan ve büyüyen bir parçası olduğunu söyler. Dış dünyanın başa çıkılması zor durumlarına karşı, bilgisini, birikimini, sahip olduğu yeteneklerini, direncini ve zekâsını sonuna kadar kullanmış; iç dünyasında büyütüp yeşerttiği şiiriyle de yabancılaşmanın ağırlığına karşı denge sağlamıştır. Güçlü kişiliği, parlak zekâsıyla şiiri ile okurların yüreklerine dokunmuş ve adını unutulmazlar arasına eklemiştir.