Nisan ayının sonlarında Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin arkasındaki dar sokaklarda sarı boyalı duvarlarında rengârenk çiçekler gibi açan kitapları, kahve kokusu, ahşap sandalyeleri ve hoş sohbetiyle beni karşılayan Zorba Kitabevine yolumu düşüren Mehmet Fırat Pürselim söyleşisi oldu. Okumaya başladığım andan itibaren elimden düşürmediğim kitapların arasında huzurlu, sıcak bir bekleyişin sonunda Ümit Aykut Aktaş moderatörlüğünde okur-yazar buluşması başladığında arka koltuklardan birine gömüldüm ve söyleşiyi dikkatle izledim. Edebiyat Öğretmeni ve sadık bir okur olarak en sevdiğim anlardan biridir bu. Yazarlarla yolumun kesişmesi. Bu, her zaman söyleşi şeklinde olmak zorunda değil elbette. Orhan Kemal’i Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesi’nde, Sait Faik’i Burgazada’da, Mayakovski ve Gorki’yi Moskova’da müze evlerinde tanımak, anlamak da buna dahil.
Yazarın hukukçu olması ile anlattığı öykülerdeki kahramanların ve olayların arasındaki bağlantı öykülerin gerçekçi duruşunu fark ettiriyor bize. Öykülerin genelinde kullanılan dilin de bu gerçekçilik çerçevesinde şekillendiğini görüyoruz. Yine bir söyleşisinde yazarın Roland Barthes’in ‘Yazma Arzusu” adlı kitabından yaptığı alıntıda dil ile ilgili şu görüşler vardır: “Konuşma ve yazı dili bir düzenlemedir. Onu düzene sokan dilin kanunlarıdır. Her dil bir sınıflandırmadır ve her sınıflandırma sıkıcıdır… Dil bizzat yapısı ile insan düşüncesini çarpıtan bir mahiyete haizdir. Bütün konuşma ve yazma şekillerini içine alan dil müessesesi, ne gerici ne ilericidir, düpedüz faşisttir. Bu durumda bizim yapacağımız şey dili bozmaktır. İnsanı baskıdan kurtaran bu oyunbozanlık dilde sürekli devrim, bence edebiyatın tam kendisidir.”
Bu yaklaşımın örneklerini edebiyatın genel havzasında pek çok roman ve öyküde görmek mümkün tabii. Oğuz Atay’ın ve postmodern roman ve öykülerin çoğunda, İkinci Yeni Şiiri’nde, Bilge Karasu öykülerinde, Murat Uyurkulak romanlarında bu yaklaşımın en güzel en keyifli hâllerini görürüz.
Akılsız Sokrates’ta da Mehmet Fırat Pürselim, Orhan Veli ve arkadaşlarının, elit tabakadan alıp sokak diline dönüştürerek halka verdiği edebi dilin sürdürücüsü olmuştur. Orhan Veli ve arkadaşlarının dönemsel gerçekleri ile içinde bulunduğumuz dönem gerçeklerinin değişmediği fakat yeni gerçekler eklenerek dildeki bu başkaldırının bir tercihten çok bir zorunluluk olduğu su götürmez bir gerçektir. Çünkü derdi olan insanın derdini, göstergebilimin imkânlarından yararlanarak nizami kurallar içinde okura aktarabilmesinin çağın ortamına uygun olamayacağı gerçeği ortadadır. Bu deformasyon, isyan ve başkaldırı olmasaydı kabul ve biat eğilimi insanın yaratma ve üretme özgürlüğünün sanat yoluyla yapılmasının önünde büyük bir engel olurdu. Kitapta yer alan yirmi öykünün farklı biçim ve tekniklerle yazılmış olması da yazarın bu kaygıyı taşımasının sonucudur elbette.
Akılsız Sokrates içinde bulunan yirmi öykü var. Bunların ilki, kitaba da adını veren Akılsız Sokrates küçürek öykü tadında yazılmış bir öykü. Boğa Güreşi adlı bu öykü “Resim Altına Şiir Yazma” geleneğini hatırlatıyor. Bu gelenek Servet-i Fünun döneminde görülmüştür. Servet-i Fünun, o dönemde yazar ve şairlerinin etrafında toplandıkları derginin adı aslında. Dönemin adı Edebiyat-ı Cedide. Servet-i Fünûn’un önemini Kenan Akyüz şöyle ifade etmiştir: “Servet-i Fünûn yahut Edebiyat-ı Cedîde Devri, Türk edebiyatında 1860’tan beri devam eden Doğu-Batı mücadelesinin kesin sonucunu –Batı edebiyatının lehine olarak- tayin eden sonuncu safhasıdır. Gerçekten pek yoğun ve pek dinamik çalışmalarla geçen bu sıcak safhanın sonunda Türk edebiyatı, gerek zihniyet, gerek temalar ve gerekse teknik bakımlardan tamamıyle avrupî bir mahiyet kazanabilmiştir” . Bu teknik bakımından yapılan yeniliklerden biri de Servet-i Fünun Dönemi şairlerinin tablo altına şiir yazmalarıdır. Tabii bu teknik yeniliğin kaynağı Fransız Parnasyenleri olmuştur. Görsel, müzik ve şiirin birlikte kullanımı günümüzde sosyal medyada çok yaygın. Etkileyiciliği artırmak ve sinematografik bir hikâye sunma kaygısı bu paylaşımların sıkça kullanılmasını sağlıyor. Güzel de oluyor.
Akılsız Sokrates’ta “Boğa Güreşi” öyküsü Picasso’nun resminin altına yazılmış yazar tarafından. 2019 yılında İzmir Arkas Sanat Galeri’deki Picasso sergisinde de karşılaştığım bu tablonun hikâyesi söyle: Picasso, “Boğa Güreşi: Matadorun Ölümü” adlı bu tabloyu resmettiği 1933 yılında, özel hayatında çalkantılı bir dönem yaşamaktadır. İlk eşi balerin Olga Khokhlova ile evlidir ve sevgilisi Marie Thérèse Walter hamiledir. Marie Thérèse bu eserde, arenada at sırtında mızrak kullanarak boğa ile savaşan bir “rejoneador” olarak tasvir edilmiştir. Bayılmış ya da çoktan ruhunu teslim etmiş olan, savunmasız haldeki kadın boğa güreşçisi, vücuduna değen boğanın boynuzlarıyla neredeyse hayvanla bütünleşmiş gibidir. Güreşçi kadınla birlikte atı da boğanın şiddetinin kurbanıdır ve binicisine yakından bağlıdır. Tablodaki sahnede yer alan bu üç varlık arasında bir tür ölüm kalım mücadelesi yaşanmaktadır. Boğa güreşi, burada bir hikayeyi tasvirden öteye geçerek adeta arzu, aşk ve ölüm arasındaki karmaşık üçgenin bir ifadesine dönüşmüştür. “Boğa Güreşi: Matadorun Ölümü” tablosu Picasso’nun boğa güreşlerine olan tutkusunu en iyi yansıtan eserlerinden biridir.
İnsanın yaşamın akışı içinde değişen konumunu ve aslında hem ölen hem öldüren hem de tanık olma potansiyelini içinde taşıdığını sezdiren bu kısa, çarpıcı öykü karşılar bizi ilk sayfada. Sonraki öykü Akılsız Sokrates’tır. Batı Felsefesinin babası olarak bilinen ve Aklın sembolü olan Sokrates isminin başına aldığı Akılsız sıfatı ile Akıl ve akılsızlık üzerine bir zıtlık oluşturarak öykünün içeriği hakkında da fikir verir bize. Hikâyede adı geçen Tutunamayanlar romanı ile Oğuz Atay’a yapılan gönderme, Oğuz Atay’ın yaşamı, Tutunamayanlar romanı ve yenilgisini elinde bir bayrak gibi sallayan kahramanın arasındaki benzerliği ortaya çıkarmaktadır.
Son olarak üslûp, tema ve yaklaşım yönünden diğer öykülerden ayrıldığını düşündüğüm iki öyküden, “Okaliptus’un Ruhu” ve “Artık Büyüdüm”den söz etmek istiyorum: Okaliptusun Ruhu bir şairin intiharından yola çıkılarak yazılmış bir öykü. Öykünün yapı unsurları ve dili sağlam kurulmuş bir temele oturuyor. Kostas Karyotakis ve Esmer Maria’nın karşı kıyılardan gelen esintisine kendimizi kaptırıveriyoruz. “Yüzme bilenler denizde intiharı denememeli.” diyen yazar, şairin intiharını onun ruhuna yaslanarak ve kalemini onun ellerine teslim ederek yazmış bu öyküyü.
“Birini öldürdükten sonra çocuk kalamazsın.”
Bu Bir Rüyadır, Yedi Martı, Bir Kara Leke ve Beyaz Gelinlik gibi öykülerde kadın cinayetleri, şiddet gibi toplumsal sorunlar mercek altına alınmış ve bu sorunlar duyarlılıkla işlenmiş. Yazar Mehmet Fırat Pürselim’in yaşadığı topluma duyarsız kalamamış ve sırça bir fanus içinde yaşamayı reddederek bedel ödemeyi göze alan Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Rifat Ilgaz, Fakir Baykurt gibi ustaların yolundan yürüdüğünü; edebiyat dünyasında parlamaktan ziyade vicdanının rahat olmasını önemsediğini görmek Türk Edebiyatı için bir umuttur. Bu umudun daha da büyüyerek yürekleri sarması da en büyük dileğimizdir.