RILKE’NIN MEZARIN TAŞINDAKİ GÜLÜN İZİNDE
“Gül,
Ey saf çelişki
Onca göz kapağı altında
Kimsenin uykusu olmamanın
Verdiği neşe”
Rainer Maria Rilke
Selahattin Yusuf, Hakikati Arayan Şair: Rilke başlıklı televizyon programında Alman şiirinin en lirik şairi Rainer Maria Rilke’nin mezar taşında yazan dizelerinde adı geçen “gül”ün izini sürmeyi öneriyor okurlara. Klasik şiirimizin en önemli motiflerinden biri olan “gül”; mitoloji, halk edebiyatı, batı şiiri ve hatta Oscar Wilde’ın öykülerine kadar geniş bir alanda sıkça karşımıza çıkmaktadır. Bu geniş alanda “gülün izini sürmek” pek o kadar kolay olmasa da yolun başında Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde okutulan “Eski Türk Edebiyatı” derslerine uğramak doğru olacaktır.
Eski Türk Edebiyatı alanında önemli çalışmalar yapan ve kendini “Eski edebiyat”a hapsetmeden Yeni edebiyat ve Eski edebiyat ve Batı edebiyatı arasında metinlerarası çalışmalar yapmamızı sağlayan Değerli Hocam Prof. Dr. Tunca Kortantamer, Divan şiirinin şerhi konusunda bizlere büyük katkıda bulunmuştur. Yüksek Lisans’ta da Divan Şiiri derslerimizde Prof. Dr. Cemal Kurnaz’ın eserleri, Divan şiirinde kullanılan mazmunları derinlemesine tanıma fırsatı vermiştir bizlere.
Dilimize Farsça’dan geçen gul گل sözcüğünün genel anlamı çiçektir. Gül, şiirimizde türlü özellikleri ile sevgiliyi anlatmak için kullanılan en yaygın mazmundur. Ömrünün kısa olması ile bilinen gül, kokusu rengi ve güzelliği ile çiçeklerin sultanıdır. Çağrışım alanının genişliği ve mitolojik hikâyelere konu olması nedeniyle şairlerin tercihi “gül”den yana olmuştur. Gülün gonca hâli ile açılmış hâli arasındaki fark bile sevgilinin farklı kişilik durumlarını anlatmakta şairlere imkân sunmuştur.
Yunan Mitolojisinde, Chloris isimli çiçek tanrıçası tarafından yaratılan gül, çiçeklerin kraliçesi olarak bilinir. Kırlarda gezerken cansız bir peri bulan Chloris, ona yardım etmeleri için tanrıları çağırır. Yardıma gelen tanrılar güle güzel koku, renk ve güneş ışınları verirler ve gül, tanrıların ellerinde yaratılır.
“Divan edebiyatının en önemli mazmunlarından biri olan “gül”, yeni şiir anlayışıyla başkalaşmış ve dönüşmüştür. Saraylarda, bahçelerde el üstünde tutulan gül artık sokağa düşmüştür. Ve gülü kaldırma işi yine bir şaire düşmüştür.” Cemal Süreya’nın ‘gül’ imgesini kullanması tesadüf değildir. Hilmi Yavuz “Gül” şiiri için “Gül şiirine gelinceye değin, her akşam sokak ortasında öldükçe gülün tam ortasında ağlayan birini daha görmemiştik hiçbirimiz.” der. Hilmi Yavuz, Behçet Necatigil’in bir şiirinde geçen , “Solgun bir gül oluyor dokununca” mısraını duygu yüklü bir laytmotif olarak kullandığını belirtir şairin. Edip Cansever’in “Gül Kokuyorsun” şiirini ve Sezai Karakoç’un, “Gelin gülle başlayalım atalara uyarak/Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine” dizelerini de bu noktada hatırlayalım.
Ve tabii İlhan Berk’in bu dizelerini de:
Biliyor musun sen bir şiirde ilk satırsın ilk sözcük
Beyaz bir gül
Beyaz bir gül ne kadar beyaz olursa o kadar
Ne kadar suysa bir su
O kadar
… (İlhan Berk, Yüz)
Divan Şiirine ait bir beyiti şerh ederken mazmunların katman katman anlam yaratması ve bu mazmunlarda söz sanatları ile yeni yeni pencereler açılması kısacası okuru bir imgelem alemine çağırması beyite hacim kazandırır. Bu durum Swann’ların Tarafı adlı romanda Marcel Proust’un kullandığı şu imgeye çok benzer: Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kaseye attıkları silik kağıt parçalarının suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann’ ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne Nehri’ nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.”
Tıpkı Proust’un söylediği gibi Divan şiirinde de beyit tek başına pek çok imgeyi taşıyabilir ve bu imgeler açıldıkça ortaya çıkan yeni anlam pencereleri bir beyitin ardında sayfalar dolusu hikâyenin saklı olduğunu gösterir okura.
Gelelim, gülün, İran mitolojisindeki yansımasına. Bu hikaye ki Oscar Wilde’ın Bülbül ile Gül (The Nightingale and the Rose) adlı hikâyesinin temel motifi olarak karşımıza çıkmaktadır. İran mitolojisinde de Divan edebiyatında olduğu gibi Aşık ve Maşuk ilişkisi en çok “Gül ve Bülbül” mazmunu üzerinden anlatılır. Rivayete göre; zamanında tüm güller beyazdır. Sabah rüzgarıyla açılan güllerden birine aşık olan bülbül, gülün açılmasını bekleyip yalvarsa da gül umursamaz ve açılmaz, bülbül de sabaha karşı uyur, bir türlü gülün yapraklarının açılışını göremez. Günler geçer fakat gül, bülbülün yalvarışlarına kulak asmaz. Güzel sesiyle çırpınan bülbül, bir gün bitap düşer ve kendinden geçerek dikenlerin üzerine düşer. Gül, bülbülün akan kanını topraktan emerek kızarır fakat bülbül can verir. Benzer bir yaklaşım, Fuzuli’nin Hazreti Muhammed’i övmek için yazdığı Su Kasidesi’nin şu beyitinde görülür:
İçmek ister bülbülün kanın meğer bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtare su
“Galiba (gül budağı) bir hile ile bülbülün kanını içmek istiyor. Su, gül budağının tabiatına girip (bülbülü) kurtarsın.” Beyitte telmih edilen mitolojik öykü olsa da anlatılmak istenen bülbülün kan dökmekten suyun merhameti ve mizacı sayesinde kurtarılmasıdır ki burada su, rahmet ve merhamet, saflık, temizliğin sembolü olarak aslında Hazreti Muhammed’in özelliklerini anlatmak amacıyla kullanılmıştır.
Gül, tasavvufta da Hazreti Muhammed’in sembolü olarak karşımıza çıkar. Mutasavvıf şairlerin, Hazreti Muhammed’i, yani sevgiliyi anlatmak için gül mazmununu çeşitli şekillerde kullandıklarını görürüz. Bektaşî rivayetlerinde, Hz. Ali’nin ölmeden önce, Selman’dan bir deste gül istediği ve onu kokladıktan sonra vefat ettiği belirtilir. Bu nedenle Alevî kültüründe de “gül” önemlidir. Sabri Çap’ın Türk-İslam Edebiyatında Gül sembolü Gül Hakkındaki Uydurma Rivayetlerle İlişkisi adlı makalesinde Hazreti Peygamber ile Gül ilişkisi derinlemesine ele alınır.
“Suya versin bağ-ban gül-zarı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gül-zare su”
beyitinde Fuzuli Hazreti Muhammed’in yüzünü güle benzetir. Yûnus Emre “Çiçek eydür ey derviş, gül Muhammed teridir” dizesinde gülün kokusunu Resûl’ün terinden aldığına söyler.
“Çün’arak dökdi Muhammed anı gül bitürdi Hakk
Anun içündür Muhibbî oldugı mümtâz gül”
beyitinde ise gülün kokusunu yine Hazreti Muhammed ile ilişkilendirir Muhibbi.
Rainer Maria Rilke’nin mezar taşındaki gülün izini sürerken şairin İslam dini ile tanışmasından da söz etmek doğru olacaktır. Mistik bir şair olan Rilke, Goethe ve Doğu çevrelerinin etkisiyle İslamiyete yönelir ve Kur’an’ı okumak için Arapça öğrenir. O, Kuran’ı ilk olarak şarkiyatçı Friedrich Carl Andreas’ın evinde duyar.“Muhammed’in Risaleti” başlıklı şiirini de bu dönemde yazmıştır. “Tanrı diyorsam içimdeki o yüce ama öğrenilmemiş inancımdan bahsediyorum.” der Rilke. Ünlü Alman İlahiyatçı Otto Benz’e göre Rilke bir yolcudur. “Tanrı’dan Tanrı’ya Tanrı’yla seferdedir.”
Rainer Maria Rilke, Hristiyanlıktaki parçalanmışlık hissinden İslamiyet’teki vahdet inancı ile uzaklaşmış, sadeliğe ulaşmıştır:
“Sadelik ve hayatın canlılığı burada ne kadar da mucizevi bir duyuşla hissediliyor. Peygamber sanki daha dün bu şehirde gezinmiş gibi; ve bu şehir onun krallığı adeta. Sonsuz bir sadelik ve basitlik. İşte din budur; öyle yok ki zıddı bile yok.”
Ve İspanya’da girdiği bir kilisede Hristiyan mabetlerine yabancılaşır: “Sevilla Katedrali tamamiyle itici geliyor bana. Evet düşmanca hatta. Hırsla yapılmış bu ulu Katedral adeta baştan savma bir yapı. Bu katedral ruhu yenmiş ama hayır yetinmiyor, Tanrı’yı da yenmek istiyor.” der.
Rilke’nin mezar taşındaki gülün izini sürmeye, ölümü rindane bir kavrayışla ele alan Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” adlı şiiri ile devam edebiliriz.
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.”
Yahya Kemal bu şiirindeki kavrayış ile ölümü sessiz dingin bir bahar ülkesine benzetir. Bu ülkede rindin gönlü bir tütsü gibi tüter. Serin serviler altındaki kabrinde her sabah vakti bir gül açar; her gece bir bülbül öter. Ölüm ve yaşamın bütünlüğünü anlatan şair gül-bülbül mazmununu yeni şiire taşır ustaca.
Benzer bir yaklaşımı Necatigil şöyle açıklar: “Ölüm, insan hayatının bir mihenk taşıdır. Hayat sarhoşuyken ölümü unutmamak, gerilere atmamak, korkusuyla donup kalmamak, ona teslim olmamak, bir vecd içinde kurtarıcı bir uyku gibi kollarına atılmak,” hayır, bunlar değil benim söylediğim. Ona karşı bilinçli yaşamak, anlamını kavramak, onu hayata eklemek… büyük ve anlatılmaz olan budur. Rilke bu düşünceleri; canlı ve cansız eşyalar ve nesnelerdeki, doğadaki tanrısal uyumu, parçalanmaz bütünlüğü geçirdi şiirlerine.” (Necatigil: 1975)
Rilke’de de Yahya Kemal’de de tasavvufi ve rindane yaklaşımı, ölüm ve yaşamın birliğini, vahdet düşüncesini görürüz. Ölümü de yaşamı kavradığı gibi bir bilinçle kavrayan insan, bu sayede, evrendeki sonsuz yaşama erişebilir. Prof. Dr. Rahim Tarım “Necatigil, Rilke ve Yalnızlık” adlı makalesinde Necatigil’in “görmeyi öğreniyorum” dediği Rilke ile arasındaki ruh akrabalığına ortak sorgulamaların sebep olduğu varoluşsal yalnızlık ile ulaştığını söyler. Ona göre insan, evrenin ortasında ve sonsuz ‘Şeyler’le çevrili olmasına rağmen yapayalnızdır ve “mesele de budur zaten!” (Gasset, 2011: 60)
Bütün bunlar şöyle dursun, biz mezar taşındaki gülün izini sürmeye Mahmut Temizyürek’in Şairin Sonbaharı adlı yazısıyla devam edelim. Temizyürek yazısında “O sessiz o huzurlu hayali bahar ülkesinin yeryüzüne açılan kapısında özel bir işareti, bir hatırası olsun isteyenler, taşa yazılacak son bir cümleyi hayal edenler vardır.” der.
Kalben duyduğu yalnızlık ve lirizmle Doğu mistisizmine yakınlaşan Rilke, 1926 yılında bir dostunun şatosu olan Muzot’da kalırken, şiirlerine tutkun güzel bir Mısırlı kadın gelir şairi görmeye. Rilke sevinir ve kadına vermek için bahçeden güller toplarken birinin dikeni eline batınca kanamayı durduramaz ve doktora gider. Kan kanseri olduğunu öğrenir ve ölümüne yakın mezar taşına yazılması için şu dizeleri kaleme alır:
Rose, oh reiner Widerspruch, Lust,
Niemandes Schlaf zu sein unter soviel
Lidern.
(Gül, ey saf çelişki,
Hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci
Onca gözkapağı altında)
Rainer Maria Rilke
Yaşamın “başkalarına aktarılamaz”, özgün ve biricik olduğunu söyleyen Ortega y Gasset ise bu aktarılamaz oluşundan dolayı yaşamı “özünde yalnızlık, kökten yalnızlık” olarak niteler (2011: 57, 58).Temizyürek’in “Son bir bilgelik ya da kendilik imgesi.” dediği kitabedeki şiir, bizi, hiç kimsenin mutluluğu olmamanın sevinci ile Rilke’nin kutsal yalnızlığına götürür.