Nedenini bileceksiniz, hem kulağınıza hem dilinize buruk bir sancıyla değince telaffuzu: AUSGANG. Rivayeti edilmedi değil, hüzne çok meyilli ve leylak kokulu olduğuna dair. Ağızlardan çıkmışları kulaklarınızla duymakla yetinmeyip, şimdi de bir yürekten nasıl bir tecrübeyle imbikten süzülür gibi süzülerek yine billur yüreklere damıtılmaya dair çıkışına şahit olacaksınız, tecrübe ede ede… Bu çıkış, insanın kendi gölgesinden çıkışı imiş. Gölgesi bir tarih. Tarih ise yüzü ve elleri Onnik Efendi’nin.İnsanın kendi gölgesinden çıkışını yakalamış. Bizi boz bulanık yürek ağrılarıyla kucaklatmaya meyletmiş. Kırk yamalı bohçamızı açalım; göçenler var, belki ayrılığa dayanamaz biz de onlara yoldaş olur yola düş’eriz düşlerimizde. Düş… Düş… diye diye! Onnik, kayıp mazisinde kendini ararken ve mazisini de ancak düşlerinde yaşarken bizi sürekli şaşırtıyor yazarımız. Onnik kimdi? Neredendi? Nerenin yitiğiydi? Kendini buldukça kökünü niye bilemezdi? Günlüğü, kendisi ile eş zamanlı okuduğumuz arkeolog Hami, yeni bir kazı çalışması yapıp Onnik Efendi’yi çıkarıyordu tarihin tozlu topraklı gömütlüğünden ve kendini onunla hemhal ederek. Aynı zamanda şaşarak anlıyorduk ki büyük yitiklerimizle içimizde büyük boşluklar açan ve yeri hiçbir şeyle doldurulamaz olan acılar, kaderleri tekliyorken kişileri de çoğulluktan bireyliğe dönüştürmekteydi. Serkan Türk, büyük bir öğretiyi hatırlatıyordu ki, insanlar ancak iki gruptu: iyiler ve kötüler…
“Bir yüze bakmak, tarih okumakla eş değer senin için. Aynı zamanda uzakları çağırır, insan yüzleri ve uzakları çağıran, tarihi okuyabileceğimiz bir yüz Onnik Efendi’nin yüzü. Tarih, insanın insana neden yapıldığını bilmediği bir ezaya gebe.” Tarihi Onnik Efendi’nin yüzünde okuyoruz. Utanıyor insanlık, o kaybolmuşluğun boşluğunda. Kelâmın çerağını yakıp ve de tutup yüzüne… Matem, yitik bir yaşam.
Tuttuğu deftere nakşettiği mahremiyetinin Hami Pazarlı’ya emanet kalması. Bir bayrak yarışı. Aynı kaderin iz düşümü. Kader sarmalında ruh ikizi. Kader ikizi. Serkan Türk, Onnik Efendi’den Hami Pazarlı’ya devrolan bir ateşle yakıyor bizi. Zaman, mekân, milliyet, iman ayrımı yapmadan aynı coğrafyada var olmanın sancısıyla burkuyor içimizi. Kötüye yazgılı, kara kaderden de kara saçlarını örer gibi ruşendîl bir kızın yazgısında örük örük birbirine katmış bu iki adamın kaderini. Ortak paydada iki pay idiler hadlerine düşene müebbet yemiş…Bir nilüfer gibisine köksüz. Uyup suyun ahengine, gitmek varken ve özgürce açılmayı dilemeyip başka sulara, oldukları yerde sayıyorlar; gelecekte ancak geçmişi yaşayabilme uğruna…
Okundukça günlük Hami Pazarlı ile Onnik Efendi tokalaşıyor. Sıcaklık akışı elden ele. Dahil oluyoruz biz de. İçimizde bir memnuniyet. Usul usul aktıkça roman, içine nüfuz edip onlarla o ağaçların gölgesinde oturup mavi Marmara’yı seyrettikçe yavaş yavaş o ateşle yanmaya başlıyoruz. Kâfi değilmişçesine yanıklarımız bir de mengeneyle taçlandırılıyoruz. Yazarımız, hiç genç değilmiş, hiç sevmemiş, ayrılığın acısının ne beter olabileceğini bilmez gibi Hranuş’u, o güzel Hranuş’u, acımadan bir kalemde toprağa düşürüyor. Kaderden yana cahil olsak hesap soracak olurduk da bilmekteyiz ki kader hep ayrılıklardan, en çok da ölümle olanlardan, taraf tutmakta. Aslında nahif bir üslupla veriyor bize yazar, müsebbibi ben değilim, vallahi ben değilim, onlar, o kana doymazlar, kendinden olmayanı bir yalan hikâyeyi bahane edip şaha kalkanlar, düşürdü diyor acı acı kıvranarak. Boynumuz bükülüyor. Neye yangınlıyız şaşkınız. Mazinin kokusu kuru ota gizlenmiş. Her yerde kuru ot kokusu. Otların gözü bir tutam alevde. Yanmaya yazgılı maziden ne beklenir. Yanan beden değil ruh oldu. Koskoca bir mazi korla haşır neşir korlu kül oldu.
Yaşlılığın kalp kırıklığını hissediyor Onnik. Kalbi kırık. Çok kırık. Adımlarından çalınmış çabukluğun farkında. Hissiyatı kuvvetli. Gençliğin şımarık çiçekler gibi boy verdiğini biliyor. Tecrübe etmiş. Onun çiçekleri Hranuş’un toprağa düşürüldüğü vakit artık boy vermez olmuş. Açmaz bodur bir bitkidir artık. Açsa olmuyor; ölse hiç olmuyor. Öyle bir eza. Bir başına kalmışlık gençliğin fıtratına uymaz, fıtratında yalnızlık yazgılanmış. Onnik, yaşlılığa gençliğinin baharında o vakit, tutuldu. Artık o her dem bir yaşlı, genç yaşında çok yaşlı. Can sıkkın. Çok sıkkın.
“Ben bir yaralı kuşum, yürekten vurulmuşum.” Vurdular Onnik’i. İpek bir mermi ile vurdular. Hranuş ile vurdular.” Yaşlılık biraz da hatırlayabildiklerimiz olabilir mi? Diye soruyor Onnik. Cevabı bizden de almakta. Yarım kalan ve yağmurlarla ıslanan bir tangonun hatırasına kim gençlik diyebilir ki? “Mazi şimdi benim kalbimde bir yara, çokça elemleriyle örülü.” Onnik bir mazi. Mazide bir kalp .Kalpte bir sıkışma. Büyük bir tecrübeyle edinilmiş onulmaz yara. Elem, diri diri iken üzerinize atılan toprak. Durun! Diyemedi Onnik. O, nefes alan bir ölü. Halinden bilenlerin anladığı. Bilip de o mezardan çıkışa erenler. Yine de bir zaman diliminde sınırdan vurgun yiyenler. O zeytin ağacına yaslanıp da Marmara’nın derin ve mavi gözlerinde yitiklerini arayanlar. Onnik, yapma yakma bizi. Kurunun yanında yanmaktayız. Bu cürmde biz de başka çıkışları arayanlardanız. Bilsen ki biz masumlukta sen kadarız.
“Yarım kalan tangoyla sağanak arasında sıkışan bir hikâyemiz oldu sadece.” Tangonun hüzünlü şarkısı: “Hey mavi gözlerine âşık olduğum dilber, dön artık uzaklardan, gel beklediğim yeter.” Şarkı değil sanki Onnik’e kader. Bilmez misin efendi:
“Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”
“Anılar bölük pörçük. Zihnim eskiyen yapıların kağşaması gibi çözüldü çözülecek. Bir süre sonra neyi unuttuğunu unutacak. Bir şarkının, notanın kalan mısrası da silinip gidecek usul usul.” Ve görüyorduk ki Onnik Efendi sadece konu komşunun ihaneti yetmez gibi hafızasının ihanetiyle de yıkılmaktaydı… Canı bununla ne de çok yanmaktaydı…
“Saldıran insanlar; dışarıda yağmur suları gibi akıp giden kalabalık, neler söylüyor öyle? İnanamıyorsun bunca zaman yan yana durduğun o insanların birer canavara, ateş topuna dönüşmesine. ‘Camları taşlarla sopalarla kırıyorlar.” İhanetin başka bir anlamı yok artık Onnik’in lügatinde. Bodrumun karanlığında yitik üç karanlığa yazgılı kara kapkara gün.Yağma, tecavüz, yaralamalar, taciz, cinayet, büyük korku, unutulamaz mazisi Onnik’in. Mazi, ışığı yitik gözlerdeki güzelliği noksan ışık. Vücudunda yara. Kalbinden tüm uzuvlarına yayılmış habis ur. Onnik evin sadece koridorunu ilintiliyor kendine. Varlığı çok elzem görülmeyen ancak diğer odaların çıkışına açılan kendi çıkışı olmayan penceresiz, kapısız uzun ve anlamsız bir yol; bir ömür. Yine evi ev yapan varlık arazı, asılı çamaşırlar. Evde her şey yolundadır asılmışsa çamaşırlar, arındırılıp kirinden pasından. Onnik’in gözleri sarkan çamaşırlarda. Çamaşırlar, tekdüze sürümüne nazaran var olan aile yaşamı. Yitik özlemi Onnik’in. Yine de bir ailesi oluyor Onnik’in. “İnsanın insana ettiği kötülük, kıyametin kopmasına yetmiyorsa daha ne yapmak lazım bu dünyada” diyen bir annenin evladı oluyor; Sıdıka’nın ise kardeşi. İyiler, iyi ki var.
Başkalarının yerine de utanan, onların affı için Tanrı’ya yalvaran biri Onnik Efendi. Asil. Yarım kalmış aşkı ile hep yaşlı kalacak. Irmağın iki kıyıyı birleştirmediğinin, yıkıntıların arasından sağ kurtulmayı başarsa da aslında zamana yayılarak bir cinayetin maktulü olacağının bilincinde. Onnik’in kalbinde nice şeyle örttüğü duygularını bilen tek kişi Sıdıka. Tek dost. Tek kardeş. Zamanı gelince Sıdıka’ya koca bir dağ gibi arka. Onnik’in yaşam gayesi bir fakiri sevindirme arzusu. Ruhundaki yoklukları doyuracak hiçbir şeyi kalmamış. Yeryüzünde para gereksiz. Sevinçler çoktandır terk etmiş onu. İçinde büyük ve derin boşluklar. Hiçbir kuruşlar, yüzlükler, binlikler içindeki gedikleri kapayamaz. Öyle bilinçli. Onnik, bu hayatın sırrına vakıf: Kendini biliyor. “Bunca yangının ve yalnızlığın içinde soyulacak kadar zenginim.” Onnik Efendi öyle biri ki, evine sığınmış bir hırsızı insanlığı dışında pek çok değerini çıkartıyor evinden de o, renk vermiyor derdinden. Biliyor ki hırsızı da öyle bir çıkışlarla var olmanın peşinde. Onnik onu hiçbir vakit açık etmiyor.Yürek adamı. Hiçkimseyi bozmuyor, üzmüyor, sorup sorgulamıyor. Acısına tuz biber olsa da herkese barındırdığı sevgisi mukabilince susuyor. Büyük bir yitiklikle susuyor. İyiler söz ile incinmesin.
Kayın. Nam-ı diğer huş. Adınca ne hoş. Kuzeyin beyaz gövdeli ağacı. Babasıyla çıktığı yolculukta tanıdı huşu ve hilekâr kuşu Onnik. Tüm güzelliğini avlanmak uğruna heba eden mavi kuş. Bu son dersi babasından. İnsanlar da böyledir. Alacası içindedir ; avdan ziyade avcılık peşinde. Serkan Türk, bölgesinin bu güzel ağacını ve onda var ettiği kuş ile çok güzel bir metafor yaratırken; yaratıcı insanların huşta gördükleri tükenmez ilhamı ne güzel yakalıyor. Tehcire çıkmadan nicelerinin bıraktığı gibi yola dayanamaz korkusuyla Onnik’i bırakıyor o atla yaptıkları son yolculukta babası. Huşun tefekkür gücü enerji verir, edebî ve sanatsal güç verir. Çokça manidardır ki iç ve dış tüm yaraları iyi eder…Onnik’in iyi olmaz bir yarası da huş ormanlarında son yolculuğu babasıyla…İlginçtir ki huş, vatanseverlik duygusunun ve doğa sevgisinin oluşumu için çok önemli sayılmıştır halk arasında. Bu güzel ve asil ağaç, ana köklerinin kurumasından sonra yüzeydeki çevre kökleri ile birden gelişip büyüyerek atağa geçer. Ana kök olmadan da var olur bazı değerler. Serkan Türk, bunu Onnik’in hikayesi ile harmanlayıp hem Onnik’i hem de huşu sevdirdikçe sevdirmekte bizlere. Tefekkür hem Onnik’e hem huşa dairdir; yazardan çıkmıştır artık. Ah! Siyah lekelerine rağmen beyaz ve asil karlı kayınlar, bu romanla varlığının gayesi ayyuka çıkmıştır.
Onnik Efendi… Kimsin sen, söyle kim? Hayatı tahtırevan gibi gören kaderci. Kaderi ise coğrafyası. Hep kaçtığına yakalananlardan. Anılardan kaçıp anılarda var olabilenlerden. İsimsizlere, nesilsizlere dahil. Gölgesinin düştüğü yerin yerlisi. Dili dile gelerek öğrenenlerden. Ağlamaktan, yorgun düşüp uyuyabildiğini keşfedenlerden. Uzun uykular bulmuşlardan. Uzun uyku koridorlarından geçme azminde. Korkunun esiri olmayanlardan. Özgür. Yüksek binalardan düşmeyi de okyanusların derinlerinde boğulmayı da öğrenmiş. Çatışmanın ortasında on kurşun yemeyi, düelloda kaybeden olmayı , bir binanın altında kalmayı bilen. Ateşin yakıcılığını tecrübe etmiş. Kahve falındaki ejderhası yeşil toprak parçası, genç bir yazarın kitabına kapak resmi olacak, kendinin olmasa bile onun rüyalarının süsü olacak. Ve monofobik. Nevi şahsına münhasır bir beyefendidir ONNİK EFENDİ. Bizden biri, bizim buralı, hemşehrimiz, ailemizin ferdi… Serkan Türk’ün hayatın içinden; fakat var olan her döneminden çekip aldığı ve nahif bir üslupla bize işaret ettiği bu kahramanı, tip olmaktan kahramanlığa çıkmış beyefendiyi, sırtınıza bıçak yemiş bir sancıyla hemhal okuyup çıkın işin en derin yerinden.
Ayfer Feriha Nujen yazdı: Saba Makamından Hüzzama Geçen Bir Kitap: Ausgang