“Hiçbir Öykümde Geçmiyor Olabilir Bu Cümle Fakat Yazmak Benim İçin Dua Etmeye Eş”
Aynur Kulak ile İthaki Yayınları tarafından yayınlanan “Adı Olmayan İkinci Öykü” adlı öykü kitabı hakkında söyleştik.
Hatice Günday Şahman: Sevgili Aynur Kulak söyleşimize öncelikle edebiyat yolculuğunuzla başlamak istiyorum. Nasıl başladı ve nerelere doğru evrildi? Kitabınızda geçen “Hiçbir öyküde geçmedi bu cümle fakat yazmak, benim için dua etmeye eş,” cümlesinden hareketle yazıyla kurduğunuz bağı nasıl tarif edersiniz?
Aynur Kulak: Kitaplar ve okumak ile ilgili bağım ilkokul yılları itibariyle başladı. O zamandan beridir de kesintisiz olarak devam etmekte. Fiili olarak başladığım iş hayatıyla beraber biraz zayıflasa da (özellikle yazmak konusunda, çünkü bir disipline ihtiyaç duyabiliyorsunuz yazarken) okumak meselesi hayatımdan hiç çıkmadı. 2005 yılında Günlerden Bir Gün romanım ikincilik ödülü alarak İnkılap Yayınları tarafından yayımlandı. Sonrasında çalışıyor olmama rağmen kitaplarla ilgili inceleme yazıları yazmaya başladım. Yazmaya başladığım yıllarda internette kültür sanata dair siteler açılmaya başlamıştı. Buralara gönderdim yazılarımı ve yayımlandı. Hiç bırakmamıştım edebiyatı ama tekrar tutundum diyebilirim böylelikle. 2019 itibariyle yerli çağdaş yazarlarla söyleşiler yapmaya başladım tamamen tesadüf bir şekilde. Ve Adı Olmayan İkinci Öykü kitabım geldi 17 yıl aradan sonra.
Şunu artık rahatlıkla söyleyebilirim; hayatımın hiçbir döneminde şimdiki kadar tam bir bütün olarak edebiyatın içinde hissetmemiştim kendimi. Yıllar önce Yazmak Dua Etmektir başlıklı bir deneme yazısı yazmıştım. Sisifos isimli bir sinema edebiyat dergisinde yayımlanmıştı. “Yazmak benim için dua etmeye eş,” cümlesini o deneme metnimde yazmıştım. Evet, tam olarak böyle: Hiçbir öykümde geçmiyor olabilir bu cümle fakat yazmak benim için dua etmeye eş. Üstelik artık geçmiyor diyemiyorum da. Bu cümle öykülerimin arasında canlı kanlı bir vaziyette yolculuğunu sürdürüyor.
Aynur Kulak: 2006’da kitabın ilk öyküsü Adı Olmayan İlk Öykü’yü yazdıktan hemen sonra yoğun bir çalışma dönemi başladı benim için. Çalışma hayatı maalesef yüksek bir tempo gerektiriyor ve neredeyse tüm enerjinizi emiyor. Hal böyle olunca okumaya devam etsem bile yazma disiplininden uzaklaştım. Bir de baştan beri bu öykülerin parçalı bir yapıdan bütüne doğru gitmesini istedim. Belki farklı farklı öykü seçkilerimden oluşmuş olsaydı zamansal aralık bu kadar uzun olmayabilirdi ama gerçekten de her şeyin, her hareketin, kıpırtının, hatta durağanlığın dahi bir zamanı var. Sonuçta 17 yılı kapsadı tüm süreç ve bundan gayet memnunum. Yeri ve zamanı şimdi imiş.
Hatice Günday Şahman: Öykülerinizin bazılarını Adı Olmayan Birinci, İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Öykü olarak adlandırmış ve bunlardan Adı Olmayan İkinci Öykü’yü kitabın ismi olarak seçmişsiniz. Başkarakterinizin ismi ise sıra dışı bir şekilde “Adın”. Bu farklı tercihinizin belli bir nedeni olsa gerek. “Adsızlık” kavramı kitabı hangi bağlamda kuşatıyor? Bu durumu okurun tamamlaması için bırakılan bilinçli boşluklara dâhil şeklinde düşünebilir miyiz?
Aynur Kulak: İlk öyküyü yazdığımda öykünün adını bir türlü koyamadım. Fakat ikinci öykünün adı –Yol Boyunca Uzaklık- daha öyküyü yazmaya oturmadan önce geldi. Sonra yine adlarını bir türlü koyamadığım öyküler yazmaya devam ettim ve sırf karışmamasını isteyerek bu öykülere Adı Olmayan Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü öykü dedim. Neden olmasın, bu öykülerin adı tam da böyle olabilir diye düşündüm çünkü, adsızlık meselesi anlatmak istediğim modern insanı –yani Adın’ın- tam olarak ifadelendiren bir yapıya dönüştü. Yani öykülere ad koyamamamın yukarıdaki cevabımda bahsettiğim o parçalı öykü yapısının bütüne ulaşmasına hizmet ettiğini gördüm.
Adsızlık kavramı artık bir adınızın olmasının çok fazla bir ifade etmediği anlamına geliyor. Önceden adınızın olması (Hamili kart yakınımdır mesela) bu ada yatırım yapmanız, onu büyütmeniz, yetiştirmeniz, eğitmeniz önemliyken artık hız, hıza rağmen ayakta kalmak, düşmemek, devam etmek, o hızı yakalamak, daha fazla para kazanmak, bir değil iki işte çalışmak önemli. Özne evrenden büyükken, evren özneden büyük hale geldi. Birey olmak, birey olmak dendi uzun bir süre ama birey olmanın hiçbir zaman evrenden daha büyük olmayacağı anlaşıldı. Modern dünyanın tüm tezleri dijital modern dünyada tamamen çöktü. İnsanlık bir şeylere sürekli adapte ediliyor aslında ve artık adlarımız bu siber adaptasyonlar için yeterli değil.
Hatice Günday Şahman: “Düştüm,” diye başlayan kitabınızda somut ve soyut olarak farklı metaforik anlamlarıyla odağa aldığınız “Düşme” eylemi üzerinde durmak isterim. Ulus Baker, Sanat ve Arzu’da Aristo ve Empedokles’e dayanarak düşmeye dair şunları söylüyor: “ Eskiden bir poz; akıştaki bir durma ânıydı, bir formdu, bir biçimdi, akışın aldığı bir biçimdi… Aristo düşme hareketini şöyle kavrıyordu: Bırakılan bir nesne daha üstün bir forma geçiyor, düşüyor; düşme daha üstün bir form… Felsefe yükselerek yapılmaz, yani tepeden bakarak yapılmaz. Aksine yerin dibine geçmek de aynı değerdedir. Yani alt sınıfa inmek, kendini azaltmak kendine özgü bir soyluluğa sahiptir.” Düşmeyi öykülerinizde ana izlek olarak belirlerken sizin bakış açınız, okura bu konuda geçirmeye çalıştığınız düşünce ve duygu neydi?
Hatice Günday Şahman: Adı Olmayan İlk Öykü, Yol Boyunca Uzaklık ve Adı Olmayan İkinci Öykü isimli öykülerinizin odağına aile ilişkilerini almaya sizi iten şey nedir? İlk düşmeler, kalkmalar, travmalar, yakınken uzak, varken yok olanlar, görünen/ görünmeyen yaralar, “…dışarıya verilen pozların mutluluk adına yeterli olmadığı”, “…asla içinden çıkılmayacak olan dehlizler…” ve “hep birlikte yenilen dolmalar…”, “sorunları çözmede yetersiz kalınsa da ısısı ustalıkla ayarlanan barbunya pilakiler…” En sevgi dolu, en sıcak ortam mı aile? En kutsal mı? Engel mi? Sığınak mı? Ve “Kayıtsız şartsız sevdiğin insanların yaşattığı kötü hislerin kanırtır derecede hafızaya kazınması” durumu ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Aynur Kulak: İçine fırlatıldığımız yer dünya, içine doğduğumuz, nefes alıp vermeye başladığımız yer ailedir. Aile olmazsa olmaz bir alandır doğan kişi için ama aynı zamanda kutsallık kavramı da atfedilmiştir ve bu atıf aslında bu kurumu sorunlu bir yapı haline de getirir. İçinden çıkılması gereken ama ne yapılırsa yapılsın çıkılamayan bir yapıdır aile. Kendinizi defalarca ispat etmeniz gereken, her ispatta daha fazlasını isteyen bu yapı size bir türlü geçer not vermez. İronisi çok büyük bir yapıdan bahsediyoruz aileden bahsederken. En sevgi dolu, en sıcak ama en çok da yargılayan, takdir ederken kusurlarınızı pat diye suratınıza söyleyen bir yapı. Öykülerde aile ile ilgili biraz bu durumdan bahsetmek istedim.
Hatice Günday Şahman: Günümüz toplumunda arkadaşlık ve iş ilişkilerini farklı yönleriyle yansıttığınız Karşılaştırmalı Hayal Kırıklıkları öykünüzde “Robota dönüşmek, bir robot yaratmaktan daha tehlikeli”, Değillemeler Eşliğinde öykünüzde “Herkes birbirinin üstüne basarken herkes birbirine çarpa çarpa düşüyor.” Adı Olmayan Dördüncü Öykü’de “İyilikteki muntazam, kusursuz işçilik kötülükte yoktur. Tüm duyulara hitap eden ve aynı zamanda tüm duyuları körleştiren” cümlelerinde olduğu gibi robota dönüşmek, toplu düşüşler, iyilik ve kötülük üzerine okuru sorgulamaya yönelten bazı tespitler öykülere ustalıkla yerleştirilmiş. Belli noktalarda farkındalık yaratmayı, okuru sorgulamaya yöneltmeyi tercih ettiğinizi söyleyebilir miyiz?
Aynur Kulak: Okuru bir sorgulamaya davet etmek yerine hepimiz bu sistemin içinde yaşıyoruz. Hepimiz düşüyor, kalkıyor, sonra yeniden düşüyoruz ama devam ediyoruz meselesini anlatmak istedim yaşadığımız bu çok hızlı yüzyıla dair. Çünkü aileden sonra bizi dışarıda bir hayat bekliyor. O dışardaki hayata adapte olmamız ve tutunmamız isteniyor. Hatta savaşçı, tuttuğunu koparan, yırtıcı bireylere dönüşmemiz bu hayata tutunmamız adına en önemli birincil etkenler. Öykülerde modern bireye dair aile yapısı ile birlikte bu dışarıdaki hayatı da anlatmak istedim. Burada tutunmak aile içerisindeki sancılardan daha büyük. Çünkü aile içerisindeki çözemediğiniz meseleleri dışarıya taşıyarak tutunmaya çalışıyorsunuz ki bu tüm mücadelenizi daha zor, sancılı bir hale getiriyor.
Hatice Günday Şahman: Kitapta son sözü “Düştüm diyerek anlatmaya başladığın günden beri dinliyorum seni… Anlattığın her öykü adsız salınımlarına rağmen aklımda… Ben kendi hikâyemi anlatmak istemiyorum sana… Okumak da benim için dua etmeye eş,” diyen okura bırakmışsınız. Kitabınızı okuduktan sonra okurlardan nasıl geri dönüşler aldınız? Hikâyelerini anlatanlar oldu mu?
Aynur Kulak: Okur edebiyatın en başat unsuru. Her ne yazılıyor olursa olsun okur için yazılıyor. İnsanlık anlatmak ve kendini ifade etmekten yola çıkarak mağaralara resim çizmeye ve sonrasında da yazıyı icat ederek yazmaya başlamış ama okunsun diye. Baştan sona tüm kitaplar okunmak adına yazılıyor bu yüzden. Adı Olmayan İkinci Öyküde’ki tüm öyküler de anlatma arzusu kadar, okurla konuşma, bir diyalog kurma arzusu ile yazıldı elbet.
Evet geri dönüşler alıyorum okurlardan ve çok mutlu oluyorum. Derdim onlarla konuşmak ve sohbet etmek idi zaten. Ulaştıkça bu isteğim, yerini buldukça mutlu oluyorum.
Hatice Günday Şahman: Üretken bir edebiyat emekçisi olduğunuzu biliyoruz. Romanınız ve öykü kitabınızın yanı sıra farklı mecralarda yazar söyleşileri ve kitap inceleme yazıları kaleme alıyorsunuz. Oldukça kalabalık olduğunu tahmin ettiğim masanızda yeni bir kitap çalışmanız var mı? Yazarlık kariyerinize öyküyle mi romanla mı devam etmeyi düşünüyorsunuz?
Aynur Kulak: Söyleşilerim ve kitap inceleme yazılarım devam ediyor. Masam bu anlamda gayet kalabalık ve bu durumdan memnunum elbet. Tahminimden çok daha fazla kişiyle tanıştım. Bağ kurdum. Edebiyatı onlar sayesinde daha iyi anladım. Ortak bir dil yakalamak ve merakımı cezbeden konularda birçok çağdaş yazarla söyleşi yapmak bana çok şey kattı.
Yeni öyküler de olabilir ya da kısa bir roman. Ama Adı Olmayan İkinci Öykü yeni çıktı. Biraz bunun mutluluğunu yaşamak istiyorum. Sonrasında tabii ki okumaya ve yazmaya devam…