Richard Bach tarafından 1972 yılında yazılan masal tadında bir kitaptır Martı. Jonathan Livingstone’un hikâyesi anlatılır. Ortaokul yıllarımda okumuştum. Anladım ki Jonathan da ben de büyümüşüz. Değişmeyen yönlerimiz de var elbet: O hâlâ tutkuyla uçmayı seviyor, ben de tutkuyla okumayı ve kitap kokusunu seviyorum.
Öncelikle belirtmeliyim ki bu kitap, kişisel gelişim kitabı değildir.
“Binlerce martı, bir lokma yiyecek için mücadeleye girmişti bile. İşte zor bir gün daha başlıyordu.”
Hepimiz bir martıyız; ekmek peşinde koşan, alın teriyle rızkını kazanan… İnsan olmak da martı olmak da zor. Geçim derdi zor, dünyadan geçme derdi zor… Aklıma Cahit Zarifoğlu’nun şu dizeleri geliyor:
Burası dünya!
Ne çok kıymetlendirdik.
Oysa bir tarla idi,
Ekip biçip gidecektik.
Olmadı, bir şeyler istediğimiz gibi gitmedi. Hırsla düşüncelerimizi; mal, mülk, statü hevesiyle bedenimizi zincirledik. Sonra ne oldu? Zincirlerimiz sıktı bizi, ağır geldi çelimsiz ruhumuza… Savaş açtık zincirlerimize, kendi ellerimizle ördüğümüz, kimisi atalardan yadigâr kalan zincirlerimize… Çare olur diye edebiyata sığındık, martıları sembol ettik kendimize, kendimizin büyük çaresizliğini anlattık. Felsefeye sığındık, el yordamıyla yolumuzu bulmaya, evreni ve yaradılışı sorgulamaya çalıştık. Tasavvufa sığındık, ruhumuzu arındırmak için, martı hafifliğinde devrimizi tamamlamak için… Oysaki bir lokma ile karnımızı doyuracak, bir hırkaya sarınıp gidecektik.
” Oysa Martı Jonathan Livingstone için önemli olan yemek değil uçmaktı. O, uçmayı büyük bir tutkuyla seviyordu. Çünkü o sıradışı bir kuştu.”
“Neden Jon, söylesene neden? Diğerleri gibi olmak bu kadar zor mu?”
Sıradışı olması zordur insanın… Hem kendine, en çok da çevresine… Herkes gibi olmak; güneşe “Merhaba!” demeden güne uyanmak, yoldaki su birikintisiyle oynayan ışığın neşesini görmeden yürümek, kendimize bir şey katmadan okumak, kendi karabasanlarımıza teslim olarak uyumak… Çalışmak… Karın tok, ruh aç gezmek… Kendimizi sıradan olmanın güvenilir, sığ sularına mı bıraksak? Sıradışı olmak risk mi, uyumsuzluk mu? Ya içimizdeki susmayan ses, “Bunların tümü çok anlamsız! Öğrenecek ne çok şey var, okunacak ne çok kitap…”
Sıradışı olmanın sınırları olmalı. Yaratılışın, fıtratın sınırları var çünkü. Evet, sınırları zorlamalıyız, bazen de geçmeliyiz. Ama sınırsızlığında sınırı var. Yaratılışın sınırlarını zorlarsan kendini başarısız hisseder, mutsuz olursun. Oysaki o sınır senin korumandır, Yaradan’a saygındır. Her yaratılan doğasıyla sınırlıdır. Doğasının içinde, doğasına uygun farklı olmak en güzeli ve makbulüdür. Bu, sınırlarımızı kabul etmek değildir, sınırlarımız dahilinde en farklı olmaktır. Sınırlara biat etmek, sürü psikolojisine teslim olmak demektir. Arada çok ince, bıçak sırtı bir geçiş var.
Evet, ben diğer insanlar gibi bir insanım, Yaradan’ın güzelliklerinin temsilcisi… Bunda kötü bir şey yok. Tek istediğim daha çok farkına varmak, farkında olmak, yorumlamak, farklı açıdan bakmak… Bu, toplumun diğer fertlerini küçümsemek değildir, çünkü herkesin evrende bir yeri ve görevi var. Bir eylemi yaparken vücut bütünlüğünü ve olanaklarını sorgulamak, yerinde bir düşünce değildir.
Farklı olma sürecinde, toplumdan ve ailemizden kopmak, sürecin sonunda başarı getirse bile mutluğumuza gölge düşürür.
“Cehaletimizi kırabiliriz; becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz!”
Buradaki “özgürlük” kavramına dikkat etmeliyiz. Bu, sonsuz bir özgürlük değildir. Eğer sonsuz bir özgürlük olsaydı, “Neden Jonathan onca riskli ve başarılı uçuşlara rağmen sürüye – ait olduğu topluma – geri dönüyor? Çünkü, Jonathan’ın özgürlüğüne, başarısına ve kendini sıradışı hissetmesine anlam veren , onun deyimiyle ” diğer sıradan martılar” dır. Toplumdan kopuk ve topluma hitap etmeyen özgürlüğün ve başarının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bizler, başkaları tarafından görülmeye ve takdir edilmeye ihtiyaç duyarız. Buradaki özgürlük ifadesiyle kastedilen ruhen özgür olmak, özgür bir bakış açısına sahip olmaktır.
Toplumsal yapının en üst birimi, devlet yönetimidir. Kitaptaki Martı Konseyi; devleti, kanunu ve yöneticileri temsil eder. Devlet yönetiminde vatandaşlar eşit haklara sahiptir, her bireyin yerine getirmesi gereken görev ve sorumlulukları vardır. Buraya kadarki tanım ve ifadem standartlara uygundur. Fakat devletin yönetim birimleri, farklı alanlara ve yapılanmalara yani yenilikçi bir anlayışa fırsat tanımalıdır. Bunun en uygun olduğunu alan “eğitim” dir. Farklı özellikleri olan bireyleri dışlamak veya cezalandırmak yerine, iyi bir eğitim modeliyle bu farklılığı daha yararlı hâle getirebiliriz. Böylelikle önyargıları çürütür, farklılardan ürkmeyiz. Jonathan kayalıklara sürgün edilmeyip, ötekileştirilmeden ait olduğu toplumda kalsaydı, toplumsal hizmet anlayışı ile yavru martılara uçuş dersleri verseydi, ne olurdu? diye düşünüyorum. Devletin değişmez bir kanun sistemi elbette var, söz konusu bireyin topluma kazandırılması ve adaptesi ise katı kural ve sistemler eğitim alanında ince elekten elenmeli ve süzülmelidir. Bunun için de alanın en yetkin kişilerine yani öğretmenlere ” bakma ve düşünme özgürlüğü ve bireyin değeri bilinci” uyaranlarından oluşan bir eğitim sistemi oluşturma fırsatı verilmelidir. Farklılıkları yok eden, eli kolu bağlayan, suya sabuna dokunmayan bir eğitim sistemiyle “farklı” değil “aykırı” Jonathanlar yetiştiririz. Bu “aykırı Jonathanlar” topluma dert ve üzüntü olur sonra…
Pırıl pırıl iki martıyla bulutların ötesinde başka bir dünyaya geçiş: Burası cennet olmalı.
“Fakat cennette hiçbir sınır olmamalı.” diye düşündü.
Bu dünyadaki martılar kendisi gibi
düşünüyordu; yaşamlarındaki en önemli şey, uçmak ve öğrenmekti.
Yine topluma ait olma süreci başlıyor, toplum olmadan birey olunamıyor.
Eserde, dünya değişimi var. Farklı bir boyuta geçiş… Bu noktada aklıma tüm hırs ve dünyevî isteklerden arınarak bir amaca veya bir “aşka” mı ulaşılacak? sorusu geliyor. Eserin bu anlamda bir boşluğu var: Ulaşılmak istenen şey; çok iyi uçmak, farklı olmak, sürüye sahip olunan gücü kanıtlamak. Yani tamamen maddî, somut, dünyevî… İsterdim ki Jonathan aracılığıyla farklı fikirleri olan, sürüye hoşgörü ve sevgi duyan, gücü sürüyle paylaşan bambaşka bir birey olma sürecine girelim. Batı dünyasının kuru ve pragmatik insan anlayışı Jonathan’da ortaya çıkıyor. Doğunun fantastik zenginlikleriyle ve romantik ruh haliyle yoğrulmuş bir okur olarak maddiyatın ve faydacılığın yanında duygusal ve manevi bir amaç da olsun, isterim.
Eserde, ” mükemmeli bulma” somut kalmış. Martıların pırıl pırıl tüylerinin olması görünüş açısından mükemmeli yansıtıyor, fakat ruhen mükemmele ulaşma “çok iyi uçma” gibi dünyevî bir olguda kalmış. Gönül isterdi ki insanın ve evrenin özüne inme gibi bir amaç olsaydı… “Chiang” ilk ortaya çıktığında umutlandım: Chiang, acaba “öz”e ulaşma yolunda bir rehber, öğretmen mi diye… Fakat ilerleyen sayfalarında ” öz” olarak çok iyi uçma gösteriliyor. Batı dünyasının ulaşabildiği öz, yine kendisi… “Mükemmel” fikrinin temelinde güç, hırs ve kibir vardır. Doğunun geleneksel yapısında bunun karşılığı ” mutevazılık” tır, gönlün toprak ile bir olmasıdır; eksiğiyle, gediğiyle evrene hoşgörü ile bakmaktır. Keşke Jonathan, bu zorlu süreçte Chiang ile değil de bizim Simurg ile karşılaşsaydı. Batı’nın maddiyatçı kuşu ile bizim maneviyatçı kuşumuz… Birbirlerini tamamlayan, ilginç bir serüven mı olurdu?!
“Hayır, Jonathan, cennet diye bir yer yok. Cennet; öğrenmektir, mükemmelliktir.” İnsanın manevî yanı en güçlü yanıdır; maneviyatını kaybeden insan, pusulası kırık bir gemi gibidir: Nerede duracağını bilmez, yararı zarar olur.
“Kural; gerçek doğasını, bilinen tüm rakamları aştığı, zamanın ve mekanın ötesine geçtiği zaman yaşayabileceğini bilmesiydi.” (s.72)
Cümle, tam bir tasavvuf öğretisi. Belki de kitapta beni en çok heyecanlandıran cümle… Fakat sonrası yine bir ikilem, arada kalmışlık…
“Başarmak için ne yaptığını bilmek gerekir.”(s.73)
Chiang, bir yere kadar iyi bir kılavuz…
“Onlara öğrenmeyi, öğrendiklerini uygulamayı ve yaşamın gizli saklı kalmış tüm mükemmel ilkelerini anlama çabalarını hiçbir zaman bırakmamalarını tembih etti. Sevgiyi sakın ihmal etme.”(s.74) Aydınlandı ve hiçbir martının bakamayacağı kadar parlaklaşarak yok oldu… Bu Uzakdoğu öğretisi de nereden çıktı? Açıkçası yazarın mistik tarafını tam çözemedim; her kültürden, her inanıştan birer tutam var, ortaya karışık… Bu durum hali hazırda olan eksiklikleri daha da bariz kılıyor. Zaman ve mekan kavramının nasıl aşıldığı, bunun için ne gibi ruhsal eğitimden geçildiği ayrıntılı olarak anlatılmadan genel geçer ifadelerle anlatılmış.
Üç ay sonra, kendi dünyasına dönen Jonathan, Martı Fletcher Lynd’ı ve altı öğrencisini eğitir. Martı Fletcher, ikinci bir Jonathan adayıdır. Aynı kararlı davranışlar, aynı bakış açısı… Bu bakımdan kitapta martıların yaşadıkları ve düşündükleri bir yerden sonra tekrara düşmüştür. Jonathan ve benzerlerinden oluşan kahraman dizisi…
“Hepimizde gerçekte, mükemmel martı olma düşüncesi, sınırsız bir özgürlük düşüncesi var.”(s. 91)
Verilen dersler sonucu çok iyi uçmayı öğrenirler ve sürüye geri dönerler. Karşılarına yine yönetim gücü, kanun koyucular çıkar, sürüden dışlanan martılarla konuşanları da dışlamayla tehdit ederler ve baskı altına alırlar. Galiba mahalle baskısı, daha modern bir ifadeyle mobbing, insanlık tarihi kadar eski!
Yasaklar, insanlara her zaman daha cazip gelmiştir, onları yıkmanın dayanılmaz arzusu vardır içimizde. Dünya siyaset tarihine baktığımızda belki de büyük devletlerin en büyük handikabıdır bu. Yasaklamak yerine aykırı olanları ve olayları toplumla uzlaştırmak, toplumsal hizmet anlayışı doğrultusunda kullanmak daha akıllıca olur.
” Burada ve şimdi, kendin olmakla, kendi gerçek kişiliğine sahip çıkmakta özgürsün ve hiçbir şey seni yolundan alıkoyamaz. Bu, Yüce Martı Yasası’dır.”(s.98)
“İçindeki gücü keşfet, ona inan. Kendini başkalarıyla kıyaslama. Kim olduğunu bil ve bunu bilerek yaşa!”(s.99)
Bu noktada Jonathan, Chiang’dan bir adım daha iyi bir kılavuz ve uzaktan da olsa bizim tasavvuf öğretilerimize selâm çakıyor. Yine bir mistik kararsızlık… Bence yazarın iç dünyası karışık, dış dünya algılaması bulanık.
“Biz alışılmışlığın ilerisindeyiz. Uçma söz konusu olduğunda, çoğu martıdan ileri olduğumuz söylenebilir.”(s.100) Gücü, yetkiyi ve farklılığı, kibre çevirmek insanın doğasında var. Tevazu, toplumsal değerlere inanç ve maneviyat kibrin ve nefsin panzehiridir.
Martı Fletcher’in bilinç düzeyindeki ani bir değişiklik olmasının sebebi, uçarken büyük bir kayaya çarpması. Yani bir kaya, bu dünyaya ait sert bir unsur. Oysaki bu değişimi bir kayadan çok bir rehberin ya da hayatın ta kendisinin yapmasını beklerdim. Yine Batı’ nın kuru ve donuk iç dünyası ile karşı karşıyayız.
“Bir kuşu özgür olduğuna ikna edebilmek niye dünyanın en zor işi?”(s.106)
“Gerçek martıları, onların her birinin içindeki güzellikleri görmeye çalışmalı, bunu onların da görmesine yardımcı olmalısın. Sevgiden kastettiğim şey bu benim.”(s.107)
“Gözünle gördüklerine sakın inanma. Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine geçmeye çalış.”
Yine karışık mistisizm…
Jonathan gidiyor, kılavuz olarak Fletcher kalıyor. Fakat yıllar sonra martılar Jonathan’a ” kutsal bir kimlik” veriyorlar. O’nu abartılı bir şekilde yüceltiyorlar. Fletcher, Jonathan’ ın da diğerleri gibi bir martı olduğunu söylese de kimse kulak asmıyor. Toplumların gelişim dönemlerinde ortaya çıkan liderlere veya din büyüklerine de aynı yaklaşım olmuştur. Bu tarz bir eğilim, liderlerin ve yaptıklarının halk tarafından tam olarak anlaşılmadığını gösterir. Çünkü insanda ta mitolojik zamanlardan beri “bir şeylere kutsal güç verme” eğilimi vardır. Korkuyla karışık saygı… Oysaki bu durum manevî ve toplumsal değerlerin zayıf olduğunu, arayış içinde olan insanın bazen yanlış mecralara girdiğini gösterir. Liderlerin yaptığı birçok toplumsal yeniliği ve girişimi, onları efsaneleştirerek içini boşaltan toplumlar vardır. O noktadan sonra maneviyat yerini hurafelere ve simsarlara bırakır ki bir toplum için en korkuncu budur! Törenler, devasa mezarlar, anıtlar, heykeller, bitmeyen nutuklar ve ayinler, bu sapmanın birer göstergesidir. Toplumlar, sorgulanmasına asla izin verilmeyen tabular oluşturur kendine. Sonra da oluşturdukları bu tabulara esir olurlar. Yıllar sonra biri çıkar, bu tabuları yıkar ve toplumun kahramanı olur. O kahraman da tabulaşır tıpkı Jonathan’dan sonra gelen Martı Anthony gibi… Süreç, bir kısır döngüye dönüşür. İnsanoğlu, mezarların ve heykellerin tek kişilik olduğunun ne zaman farkına varacak? Dünya tarihine bakarsak bu döngüyü çok iyi görürüz. Yani her dönemin kendine ait bir sloganı, bir muhteşemi, bir kutsalı var. Biteceğe de benzemiyor. Bu arada, bu süreçten “akıllıca” faydalanıp cebini dolduranların da tarihidir bu… Eserdeki ağızlarında irice dallar taşıyan martılar, toplumun bu kesimini sembolize ediyor.
Martı Anthony, süreci ilk sarsan martı, Jonathan’ı çok iyi anlar ve onun isminin etrafında oluşan tüm âdet ve merasimleri reddeder. Tüm ritüellerden sıyrılan Anthony, tekrar uçmanın keyfine varır. Bir gün gökyüzünde Jonathan ile karşılaşır ve Bach, hikâyeyi bu şekilde bitirir. İster istemez ” Ne anlatıyordun, ne oldu?” diye düşündüm.
Yazar, niçin Jonathan’ı tekrar sahneye çıkarıyor? Bu, kutsanmış kişilere, güçlere, sisteme ve küflü çarklara bir atıf değil midir? Gücün ve sistemlerin özgürlüğe izin vermediğini söyleyen, eleştiren Bach; bu konuda kendisiyle çelişmiyor mu? Martı Anthony’e daha farklı bir yol, bir kader çizebilirdi.
Bireyin gücünü bir parça da olsun kutsayabilirdi.
Acaba biz; özgürlük adına, farklı olma adına aynı sistemler ve çarklar tarafından öğütülen, küllerinden yeniden doğan ve bu bitmez süreçte çok ama çok yorulan martılar mıyız?!!!