Yağmur yağıyor. Hikâyede zaman o kadar eski. Nemli küf kokulu bir sonbahar gecesi… Genç bir adamın kumarhanede son parasını da o yuvarlak masada kaybedip hızla kendini dışarı atmasını gören orta yaşta bir kadının onun peşinden gidip yardım edişini ve hayatını yaşadığı bir gün bir gece içine hapsedişini konu ediyor. Yağmur yağıyor satırlarında ve ben bunu öyle yoğun hissediyorum. (Stefan Zweig’in “Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat” kitabını okuyorum.) İnsan psikolojisini, kişilerin duygularındaki patlamayı, çaresizliği ve karakterlerin yaşadığı yerleri, geçtiği sokakları yattıkları yatağa kadar, gözlerindeki kıvrım kıvrım kalmış acıya kadar okuyucuya öylesine güzel anlatıyor ki bu beni daha da hikâyenin içine itiyor. Yavaş yavaş kendi hikâyemi yazdırıyor. Bir kış sonu ikindisine gidiyorum… Yürüyorum şehrin en kalabalık kaldırımında. Yağmur aynı yağmur, öyle yoğun ki iliklerime kadar ıslanıyorum. Şehrin bütün kirini, tozunu alan bir yağmurda yürüdüğümü görüyorum.
Her yağmur yağışında sokak başlarında birdenbire ortaya çıkan şemsiye satıcısından aldığım bir şemsiye öyle yetersiz kalıyor ki elimde üstelik rüzgârla dalından kopmuş sağa sola giden yaprak gibi zor tutuyorum sapını. Kısacık saçımın bir tarafı şelaleye kapılmış küçük dal parçasının savunmasız ve çaresiz kalışı gibi akıp gidiyor yüzümden aşağıya. Hafif dalgalarım durulmuş bir ırmak… Sadece birbirimize yakın tarafı kuru saçlarımın. Birbirimiz diyorum. Yanımda yürüyen bir yalnızlık, hangi zamanına yakındı kalbimin bilmiyorum.
Birbirimize değmemeye özen göstererek, birbirimizle konuşmadan sessizliğimizdeki o derin titreşimi hissettirecek bir tek dokunuş olmadan yürümeyi nasıl başardığımızı anlatabilmek yeterince karmaşık bir durum zaten.
Sabahın ilk sıcaklığı vurmuş bir pencereye dokunmak nasıl ürpertirse avuçlarımızı, tiz ıslığa benzer ışığıyla bir şimşeğin ruhumuza verdiği titreşim çok daha başka bir duygu veriyor. Yakın çok yakın olup bir geçmiş zaman kadar uzak kalabilmek… Ağrılı bir şimşeğin sancılı bir ateştopuna dönüşmesini anlatsa anlatsa yağmur anlatırmış diyorum. Elimdeki kitabın sayfalarını her çevirişimde, kağıdın hışırtısından başka bir tek ses duyulmuyor oysa. İçimin durmuş zaman gibi ortada kalan boşluğunu dolduran bu hışırtı kalbimin daha fazla çarpmasına sebep oluyor. Yavaş yavaş şu an, o ana geçiyor. O an, o üstünden mevsimlerin geçtiği yağmurlu güne kadar getiriyor beni.
Yağmur yağıyor satırlarda. Zaman o kadar eski. Zaman, tarihi unutulmayan bir anı tekrar tekrar söyletir mi insana diyorum. Elimde kurşundan daha ağır bir karanlığı saklayan kalemin sertliği. Not düşüyorum okuyup çevirdiğim sayfaların kenarlarına.
1-Birbirine benzer ne çok duygusu var insanların birbirine benzemeyen ne çok bakışı.
2– Yağmuru sen yağdırıyorsun. İçime bir çöl ver dedim. Bekle dedi.
Ateşimi isteyene candan verdim. Toprağıma aldım. Zar gibi ince bir karanlıktasın.
3- Ne çok eksiğimiz var dedim. Eksikliğin düşlerinin toprağı dedi. Berekettir.
4- Koru beni dedim Tanrıya… Senin korkuların benim koruduklarımdır dedi
5–Yolunu şaşırma dedi ben yolun ucundayım. Ateşin ve karanlığın…
6- Zaman bir önceki zaman. Gelecek geçmişin içinde.
7– Yirmi dört saat gözlerimde nar lekesi...