Sokaklarında dolaştığınızda, kesme taşlarıyla bezeli Arnavut kaldırımlarının bir şehri çepeçevre saran ağırlığını… Nerden nereye uzandığını tam olarak bilemediğiniz köklü bir tarihin dokusunu fark edersiniz. Bir evden diğer bir evin penceresine hayali bir ip gerilmiştir, şehrin anıları sallanıp durur yıpranmış bir çarşaf misali.
Bu şehre gelişim, ya da şöyle diyeyim buraya gelmeye istekle yola çıkışım hep “gitme” hissiyle dolu ruhumun ilk uzun hedefine, ilk doğru hamlesiydi belki de. Bu his babamın memuriyeti dolayısıyla gezdiğimiz memleketin birçok yerinde kısım kısım yaşadığımız yılların oluşturduğu deneyimlerin karşılığı olmalıydı. Şimdi yaşadığım şu zamana iki binlerin son seyir katından bakıyorum… Seksenli yılların ortalarında geldiğim şehirle aralarında uçurum oluşmuş sevdalılar gibi nerdeyse. Geldiğim ilk zamanları hatırlıyorum da kendi başıma meydana çıkmak fikri bile ürpertirdi beni. Çok fazla trafiği ve insan kalabalığı olmamasına rağmen… Meydana çıkmak demek az da olsa insana karışmak demekti. Korkum elbette insanla ilgili bir şey değildi. Korkum meydandan uzaklaştığımda yolları karıştırmak ve gerçek yolu bulma uğrunda harcayacağım zamanı kestiremediğimdendi. Yön duygumun olmaması biraz da bu korkumu tetikleyen unsurdu. Zaman geçtikçe hiç tanımadığın yüzlerin, insanların evlerin aralarında dolaşmanın verdiği heyecanın verdiği bir duyguda, kalabalığın içinde herhangi biri olma, özgürce dolaşma, bakma ve şehrin ruhuna dokunma lüksünü getirmişti bana. Evet rahatça dolaştığım sokaklarını, caddesini, kadınlı erkekli şehir halkının birlikte bir hayatı omuzladığını, yaşadığı zamanın keyfini çıkardığını yakından görebilmek ise ayrı keyifti.
Uzun Sokak! İsmi hafızama kazınan bu sokağın başka bir havası olduğundan mıdır nedir daha bir yakın gelirdi bana. Daha korunaklı görünümü, daha yakın olması dükkânların birbirine ve upuzun giden bir güzergâhtan geçmek; gitmek, gitmek, gitmekle ilgili duygumu doyururdu. Elbette sokağı sapaklara, sapakları aralıklara ve en büyük caddesine çıkardığı yerleri hep gece yürüyüşlerimizde keşfetmiştim. Bu şehirde yaşadığım otuz sene gibi bir zamanın sonunda da hâlâ ulaşamadığım sokak aralarını ve kuytuları bulmak sevincimi ikiye katlar… Hayretler içinde bakarım, fotoğraf albümlerinden fırlamış sararmış insan siluetleriyle birleştirdiğimde mekânlara, çocuk şaşkınlığında “vay be!” derim. “Neler gelmiş neler geçmiş buradan.”
Aynaların saydamlığıyla, içimin saflığı birleşir coşarım. İnsanın sevdiği bir şehirde yaşaması kadar, o şehirle bağı, karşılıklı duyuşları, dokunmaları ve duydukları minnet, saygı ve ibretle bakmaları birbirlerine güzel bir duygu olsa gerek.
Hani “masal kahramanım” demiştim ya yazımın en başında… Zaman içindeki değişimlerin pek çok alanda kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle yüzleşen insan, geçmişin zenginliğini ne kadar korumak isterse istesin bunun zor olduğunu da öğreniyor bir süre sonra. Yıkılan her duvarın yerine başka bir duvar dikildiğini görmesiyle… Zamana dair bu değişim pek çok şeyin gerçek ruhuna zarar verse de masallar ezelinden beri öğrenmek isteyen çocuklara anlatılagelir ya, hep aynı tatla ve hep aynı büyülü bir dünyaya götürür ki bıkmadan usanmadan tekrar tekrar anlattırılır anlatıcıya. İşte o zaman bir dudağı yerde bir dudağı gökte zaman devi canlanır… Ya da öyle bir sıkışmışlıkta okşanası eski bir lambadan çıkan bir cin devreye girer ve “dile benden ne dilersin” nidasıyla bambaşka bir dünyanın kapısını aralar insana… Her şeye rağmen o güzel geçmişi koruyacak, o güzel çocuklarımız için yaşatacak birilerinin dünyaya gelmiş olduğunu söyler!
Sonra gökten üç elma… biri anlatana, biri dinleyene, sonuncusu da masal kahramanına düşer!