O eski dağ başında, iki ev arası paskanın yanından geçiyorduk karşılaştığımızda; günün gözden düşüp, eşkıya korkuların her şeyci geceye sızdığı, uzakların kumlara yazıldığı sahillerden geçen vapurların rüzgârında… O, buğultulu dağ başında “bir meyvenin kıyısında oturmuş; ağzında kırmızı ağıtlı kızlar, cesetler, tabutlar, tabular, çocuklar, dünyanın tüm hışırtılarıyla” (KÖ) susmaktaydı. Belki bir şarkıydı bu, belki bir hayal, belki de Kalu Belâ’dan mütevellit…
Nerdeyse Rilke ile başa baş bir tefekkürle, dokuz yıllık sancıdan sonra, aynı meçhul yıldızlar altında, beşinci ve yeni şiir kitabı, Kâğıdın Ölümü çıka geldi Yitik Ülke Yayınları’ndan 2023 şubatında. Hoş geldi, sefalar getirdi. Şiire hasretliğimizi hem depreştirdi hem de Türk şiir dünyasının içine su serpti. İçimiz mi rahatladı, kendimize mi geldik orasını her okur kendine pay biçe!
Kâğıdın Ölümü’nde; şiirler üç bölüme ayrılmış. Kitaba her tür okura mahsus girizgâhla başlayan şair, daha ilk bölümde “ince bir eyvahla, kâğıda her şeyin ölüsünü kaldırtmaya” (KÖ s17) niyet ediyor. Filozofların, alimlerin aradığı dünyanın sırrına ermiş bir hissiyatla, okur için çizdiği güzergâhta, “seninle yolumuz, ezberimde kalan ve yanımdan kopmayan ilk dizeyi yazdıktan sonra ayrıldı” (KÖ s12) diyerek, kendini ve okuru şiir ekseninde konumlandırıyor. “Bir gün unutursam bende kalanı belki bir yerde buluşuruz ve yaralarımız konuşur artık. Hiç hafif şeyler değil yaralar. Seni de görüyorum.” (KÖ s12) diye sesleniyor okura. “Belki bir dost ıssız sahilde bir taşa dokunur” diyerek kitabın sonuna kadar da vazgeçmiyor ama, hem şarkısını söylemişlerden hem de henüz söylememişlerden. Kalbinin en tehlikeli yerinden, bir sürgün olarak gördüğü dünya hallerinden sesleniyor bize, “geçip gidenleri sözcükleriyle ağırlaştırıp durduruyor” (KÖ s15), şiirin en derin yas(a)larıyla, vesselam!
Kitabın ikinci bölümü, “Öfkeli Şiirler”deki “Fazlasıyla”, XVIII romalı askerden oluşmuş tekmili bir Şeref Bilsel. Sağdan sola soldan sağa, insan olmanın tüm sancılarıyla yazılmış bir bilmece, ancak çekenin anlayacağı şiirler. Bu şiirler kitabın geneline hakîm olan, uzun geceler uykusuz kalınmış, çalışılmış, nihayetinde mensur kutbu estetiğinde kendini mutlu hissetmiş, insan hayatında kağıtla kelam arasındaki yalağuz ilişkiyi kâğıda döken, “Kahretmenin beyaz gülleri arasında” (KÖ s69) heyelan gibi duygularla (KÖ s55) yazılmış, acının sürgününde “gönül krizi yaşayanların kaydını tutan” (KÖ s48) şiirler. “Gel sen el ele tutuşup geçmişe bakalım” ve “Gelsen/ ey kararlı kıyıya bağlanmış şüphesiz sandal/ evle deniz arası kıpırdayan/ şu taşlı bahçeyi kaldır ortadan” (KÖ s49) diye sesleniyor, bu dünyanın defin töreninde sözcükleri yük edip kendine, hakikati “kiraz gibi avucumuza” (KÖ s84) yerleştiriyor.
“Kâğıdın ölümü”ndeki şiirleri okuduğunuzda, kendinizi rüzgârın önünde sürüklenmekten kurtulmuş, çocukluğumuzdaki hatıra defterlerinin sayfası kadar beyaz kâğıdın önünde ölmeye durmuş olarak bulacaksınız. Bilsel, kâğıdın önünde Kral Artur gibi, “anılarından damlayan suyu” süzdüğü kalemini taştan büyük maharetle çeker, kelimelerini öyle bir sallar ki, dost düşman neye uğradığını şaşırır. -Bizzat şahit olmuşluğumdandır.- Her ne kadar herkesin şiir yazmaması gerektiğini ima etse de , “beyaz bir ürpertiyle duy, sende konaklayan yaralı sözcükleri, yanmış kağıtları…” (KÖ s83) diyerek şiir yazardan da ümidi kesmek istemez.
Bilsel, doğduğu coğrafyanın her türlü yükünü içinde taşıyan, masalı olan bir şair. Bu masalı şiirlerine mesel(e) eder. Dev(li) olsun (d)evsiz olsun, masalların hepsinin mutlu sonla bitmediğini bildiğinden ağıtların da acısını yaşar, yaşattırır. Kaf dağının ardında, Zümrüdü Anka’nın ağzındaki saf imgeyi hedefler şiirlerinde. Dede Korkut Masallarındaki kahramanlar yerine koymuştur belki de kendini, taa şehir çocuklarının dilindeki “ışıltılı şakır şakır Türkçe”nin parıltısına kapıldığı zamanlardan. (YŞ s 11) Geçmişin çığlığıyla yerin gövdesine, aynı bildik harflerle, dikine dikine kendi ölümüne doğru olsa da, çın çın çanlar çalarak, “bütün o kırık dökük anılardan sökülüp” (KÖ s26), küllerinden yeniden doğar her kitabında ve hiç bıkmadan “o simsiyah evdeki parıldayan yalnızlığında” (KÖ s26), o beyaz kağıda yazar siler tekrar yazar, döker içini. (Şu an: “şiir iç dökme yeri değildir” dediğini duyar gibi oldum.) Bilmenin acısıyla dünyaya, hayata, yazana, yazmayana, kâğıda öfkeli, mahpus dizelerle kendi masalını yazar Bilsel. Ve evet öyle ki; hem sevgili hem de sevgisiz okura ucunu yakar ağıtının.
Şeref Bilsel’in şiirinde var olan, olmazsa olmaz ses ve ritm bir yana bırakılacak olursa şiir dili daha çok söyleyişle ortaya çıkar ki; bu da anlam alanında tam müdahale ile, dokuz yıl kadar mayalanmış hissiyatları düşünceye evirip, sezgimizi, algımızın kollarını kocaman açmış ve okuru kucaklar. Bir metni, düz yazıyı şiirden nasıl ayrıştırdığımızı sorarsanız, tam da Şeref Bilsel’in Kâğıdın Ölümü’ndeki düz yazı şiirlerindeki gibi diyebilirim ve kendi deyimiyle “kendinden yola çıkarak ama kendine saplanıp kalmadan” tüm dertleri kabullenerek, “tekrartekrartek…” açılır şair dünyaya.
Ayane’den beri, insan olmanın acısını kuşanmış, kuşların mavilerinde ikamet eden şair, bu defa da kâğıdı öldürmüş ama hakkını yememiş, sürgünün zincirine ağıt yakmış şiirleriyle.
Bu vesile ile, şiirce büyüğüm Şeref Hocamın yeni kitabını öpüp başıma koyuyorum.
“Gözlerinizdeki apaçık yaradandır olsa olsa sözlerinizdeki öksürük” kıymetli Hocam.
Sakın öldürmeyin, o “aklına su gelmiş çeşmeler gibi” (SR s149) parmaklarınızdan süzülen parıl parıl öfkenizi, kâğıdınız da kaleminiz de bin yaşasın!
Eyvallah!
* SR: Sürgündeki Rüzgâr (Yitik Ülke Yayınları, Toplu Şiirler, 2014)
* KÖ: Kâğıdın Ölümü (Yitik Ülke Yayınları, 2023)
* YŞ: Yalnız Şiir (Ayrıntı Yayınları, Sanat ve kuram, 2015)