“ODASI DÜNYADAN BÜYÜK ŞAİR” BEHÇET NECATİGİL’İN KIZI
AYŞE SARISAYIN İLE BİR SÖYLEŞİ
“Her şiir, şairin kendini savunmasıdır.”
Behçet Necatigil
Aylin Yılmazer: Ayşe Hanım, değerli şairimiz Behçet Necatigil’i konuşmaya başlamadan önce sormak istiyorum: Babanız gibi siz de üreten taraftasınız ve edebiyatla iç içesiniz. Biraz anlatır mısınız? Ayşe Sarısayın kimdir? Neler yapmıştır?
Kitaplara ilgim çocuk yaşlarda başladı. Baba evimin doğal ortamı, babamın akşam yemeklerinde anlattığı masallar, ilk çocukluk yıllarımdan itibaren okumaya hazırladı beni. Edebiyatla ilişkim iyi bir okur olma çabasıyla sınırlıyken, çok sonraları, bir dizi rastlantı sonucu yazmaya evrildi. İlk kitabım 2001 yılında yayımlanan, babama ilişkin biyografik bir anlatı, Çok Şey Yarım Hâlâ. Ardından öyküler geldi, öyküleri başka türlerde kitaplar, çocuk edebiyatı alanında çalışmalar izledi. Fırsat buldukça Almancadan çeviriler de yapıyorum.
Ayşe Sarısayın: Evet, Necatigil Doğu edebiyatı kadar Batı’nın da izini sürmüş, kendi imkânlarıyla geliştirdiği Almancası sayesinde pek çok şairi orijinal dilinden okuma fırsatı bulmuş ve etkilendiği şairlerin şiirlerini Türkçeye çevirerek dergilerde yayımlamış. Örneğin 50’li yıllardan başlayarak mektuplaştığı Alman Türkolog Brands vasıtasıyla edinip okuduğu Wolfgang Borchert için şöyle yazıyor bir mektubunda: “Borchert benim için çok kıymetli bir hazine oldu, bu kitap günlerce elimden düşmedi: Himmetinize ne kadar teşekkür etsem azdır. Bu kıratta bir şairin cahili kalmak, cidden büyük bir eksiklik olurdu. Burada Bâkî’nin bir mısraı aklıma geliyor: ‘Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil!’ Borchert’in şiirlerine muazzam şeyler denemezse de piyesiyle hikâyelerindeki hava, şiddetli kasırgalar gibi sarsıcı. Kısa cümleli, tekrarlı, tempolu nesrinde şiirlerin tahdidine isyan eden bir ruhun çığlığını işitip de ürpermemek imkânsız! (…) Alman edebiyatından okuduğum eserler arasında Rilke’nin Die Auszeichnungen des Malte Laurids Brigge’si beni çok duygulandırmıştı. Bu kitaptaki olgunluk ve derinliği boş yere başka kitaplarda aramış, durmuş; öylesine seveceğim bir başka kitap bulamamıştım. Borchert’in eseri, ayrı ve çeşitli cephelerden hayatımda iz bırakacaktır.” Hemen ardından da Borchert’in birkaç şiirini çeviriyor, daha sonra başka şiirlerin de eklenmesiyle Fener, Gece ve Yıldızlar adlı kitap yayımlanıyor (1963).
Çağdaşı olan şairleri yakından izleyen Necatigil, şiirlerinin alt yapısında gerek halk gerek divan edebiyatımızdan bazı unsurlar bulunduğunu söylüyor. Benzer şekilde Batı şiirinde sıklıkla kullanılan mitolojik öğelere, hem Batı hem Doğu masal motiflerine yer veriyor. Farsçası iyi, çeviri yapabilecek düzeyde. Sadık Hidâyet’in Kör Baykuş romanını Almancadan çevirirken Farsçasıyla da karşılaştırmış, Tutînâme’de benzer bir yol izlemiş. Divan edebiyatını çok iyi biliyor, söz sanatlarına hâkim. “Gider yol bir Galib’e, Yunus’a” ya da “Kim atar kemendi kalkar divandan / Bir çağ günümüze” dizelerini yazması boşuna değil. Bir söyleşisinde “Eski şairlerden kimleri beğenirsiniz?” sorusunu, “Şairin eskisi yenisi olur mu?” diye yanıtlaması bu konuya bakışının bir özeti gibi…
Babam 1933’te, liseye başlamasıyla birlikte “çocukluk heves ve faaliyetleri”nin değiştiğini, Yedi Meşale şairlerini keşfettiğini, bu şiirlerdeki inceliklerin kendi şiirini de yönlendiren bir dönemeç, bir durak olduğunu dile getiriyor: “O vakte kadar kendi kendime avunuyordum. Yol gösterenim, şunu veya bunu oku diyenim yoktu. Her şeyi, biraz geç de olsa kendim arayıp bulmam gerekiyordu. 1932 tarihini ve ‘Onların Şiirleri’ başlığını taşıyan ve Necip Fazıl’ın, Cevdet Kudret’in, Ziya Osman’ın, Yaşar Nabi, Ömer Bedrettin, Sabri Esad’ın şiirleriyle dolu olan hususi şiir defterim, benim tek rehberimdi. Bu şiirlerin, hele ilk gençliğimin ruhuma en yakın şairi Cevdet Kudret’in şiirlerinin, üzerimde 1933 yılından itibaren bütün bütün tesiri görüldü. O yıldan sonra yazmaya başladım.” Karakteristik el yazısıyla ince ince doldurduğu “Onların Şiirleri” başlıklı şiir defteri, o yılların hoş bir anısı olarak duruyor arşivde…
Çok önemsediği, vazgeçmediği bir şair de Ziya Osman Saba. “Kuvvetim olan şair” dediği Ziya Osman’ın etkilerini şöyle anlatıyor: “Ziya Osman bana, evin korkunç güzelliğini, vazgeçilemezliğini, kişinin ancak evinde oluşabileceğini, ne yapsa etse davranışlarını bu dar daireden dışarı çıkaramayacağını öğretti. Şiirleriyle olduğu kadar içtenlik dolu ve düz ömrüyle de her nimete, her zahmete ev açısından bakmayı, kurtulmuş ya da yenik ancak evlerde yaşanabileceğini ben ondan öğrendim.”
Özetle nice okumaların ardından oluşturduğu ve özde değişmese de biçim denemeleriyle sürekli geliştirmeye çalıştığı şiirinin ardında büyük bir birikim var. Ölümünden sonra büyük bir kısmı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne bağışlanan kütüphanesi, bu birikimin somut bir göstergesi.
Doğan Hızlan, bir programında, Behçet Necatigil’in müfredata bağlı kalmadan, yaşayan edebiyatçılarla öğrencilerini tanıştırarak, onlara edebiyatı sevdirdiğinden söz eder. Bütün bu çabaların boşa gitmediğini biliyoruz çünkü onun yetiştirdiği ve edebiyatı sevdirdiği öğrencilerinden Hilmi Yavuz, Türk edebiyatının önemli isimlerinden olmuş, Behçet Necatigil’in Bütün Eserleri’ni Ali Tanyeri ile birlikte yayına hazırlamanın yanı sıra Necatigil için çeşitli yazılar ve Behçet Hoca adlı kitabı kaleme almıştır. Siz babanızın öğretmenlik ve yazarlık sürecini nasıl değerlendirirsiniz?
Ayşe Sarısayın: Babamın iyi bir öğretmen olduğunu, özellikle edebiyata ilgi duyan öğrencilerini teşvik etmeye, yönlendirmeye çalıştığını anlatan öğrencileri var. Müfredatla sınırlı kalmayıp öğrencilerinin ufkunu genişletecek kitaplar önerir, yeni yazarları, şairleri okumalarını istermiş. Örneğin Rilke’yi çevirdiği sıralar öğrencilerinin de bu büyük yazarı tanımalarını sağlamış. Öğrencisi olmadığım için ayrıntılara girmem mümkün değil elbette ama sadece öğrencilerine değil, yolunun kesiştiği tüm gençlere yaklaşımının bu yönde olduğunun az çok tanığıyım. Evimiz edebiyat sevdalısı gençlere, yazar adaylarına hep açıktı. Ziyaretlerle ya da buluşmalarla da sınırlı değildi bu ilişkiler. Arşivinde bulunan mektuplardan gerek öğrencilerinden gerekse şahsen tanımadığı gençlerden gelen mektupları yanıtsız bırakmadığı, onlara yol gösterme çabasında olduğu çok net görülebiliyor.
Ayşe Sarısayın: Babam yakın dostlarıyla birlikte olduğu akşam yemeklerinde ya da kimi toplantılarda içinde bulundukları duruma uygun ve orada bulunanları hem hicveden hem de öven kasideler yazardı. Farsçası iyiydi, aruz veznine hâkimdi. Bu buluşmalar bizim evde olduğunda, babam kasideyi yüksek sesle ve neşeli kahkahalar eşliğinde okurken, ablamla birlikte can kulağıyla dinlerdik. Tamamını anlamazdık tabii ama ortam o kadar keyifli olurdu ki, kaçırmak istemezdik bu şenliği. Çoğu eski yazı ve kopyası olmayan bu kasidelerin kaybolduğunu sanıyorduk ama annemin 2013 yılında ölümünden sonra evini boşaltırken, varlığından haberdar bile olmadığımız pek çok yazı, şiir taslağı ve mektupla birlikte bu kasideler de çıktı gün yüzüne. Şaban Özdemir –ki daha önce babamın çocukluk ve ilk gençlik çağı yazılarını Küçük Muharrir adıyla yayına hazırlamıştı– çevrimyazıları ve günümüzde pek bilinmeyen kelimelerin açıklamalarını üstlendi, ben ise hatırladığım kadarıyla, ablamın da desteğini alarak kasidelerin yazıldığı dönemlere, tanıdığım kişilere ilişkin metinler yazdım. Hazırlığı uzun süren ama keyifle çalıştığım bir kitap oldu Dost Meclislerinde Kasideler.
Evimize gelen pek çok edebiyatçı vardı kuşkusuz. İlk çocukluk yıllarımda tanıdığım, babamın en yakın dostu diyebileceğim Kâmuran Şipal, ortaokulda başlayan dostluğunu ölümüne dek kesintisiz sürdürdüğü Tahir Alangu, Oktay Akbal, Rauf Mutluay ilk anda aklıma gelen, edebiyat dostluklarının yanı sıra ailece görüştüğümüz için bende iz bırakan isimler. Daha sonraları Edip Cansever, Fethi Naci, İlhan Berk, Yaşar Nabi Nayır; dönemin genç edebiyatçılarından Doğan Hızlan, Demirtaş Ceyhun, Hilmi Yavuz, Selim İleri, Turgay Gönenç, Yüksel Pazarkaya…
Aylin Yılmazer: Behçet Necatigil’in “Sessiz bir paniği her zaman yaşarım ben, hayatım tedirginliklerle doludur. İçten içe kendimi yerim ben, kaçırmalar iyidir. Kendimizi kendimizden kaçıralım. Ben İsa gibi çarmıha germişim şiirlerimde kendimi. Ayrıca her şiir, şairin kendini savunmasıdır. Ağzımızı açtığımız her an bir savunma durumundayız.” sözleri bana Latife Tekin’in “Şiir baştan çıkaran bir şeydir.” ifadesini hatırlattı. Şair ve okur açısından değerlendirdiğimizde bu sözlerin bir anlamı var: Gerçek bir sanat eseri ile okurun karşılaştığı anın büyüsü. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
“İyi şiir”i şöyle tanımlıyor Necatigil: “İyi şiir diye ben, bu ya da şu cephemizi derinden etkileyen, uyaran, içimizde bir süre kış uykusuna yatmış bir ‘bizi’ hareket ettiren şiiri anlıyorum. Yani her şeyden önce gülünç olmayan, ayrı anlayışta bile olsa bizde saygı uyandıran şiiri.”
Şiir çocukluğumdan bu yana hayatımın içinde oldu hep. Gündelik konuşmalarında bile dizelere yer veren, sorduğumuz soruları dizelerle yanıtlayan babamın etkisiyle elbette! İlk gençlik yıllarımda babamın şiirlerini anlamaya çalışırken, zamanla tutkunu olacağım başka şairleri de okumaya başladım. Bir duygunun, durumun en yalın, kristalleşmiş biçimi olarak gördüğüm şiir, iyi şiirler tabii, adeta kutsal benim için. Dönüp dönüp yeniden okuduğum şairler var. Her okuyuşta farklı bir şeyler keşfetmek, ruh halime, duygu dünyama göre yeniden yorumlamak olağanüstü bir serüven, o şairle tekrar tekrar buluşmak gibi…
Bu buluşmalar öylesine derin sarsıntılar yaratıyor ki bazen, bizi kışkırtarak kendi metinlerimizi yaratmaya yönlendirebiliyor. Bir şiir ya da tek bir dize, bir öyküyü şekillendirerek yönünü belirliyor. Yazmak istediğim bir öykü, bazen günlerce, belki aylarca sözcüklere dökülemezken bir kapı aralanıyor, etkileşimin verdiği ivmeyle öykü kendini yazdırıyor.
Babamdan alıntıladığınız sözler, Doğan Hızlan’la yaptığı bir söyleşiden sanırım. Kendini ele verme korkusu, bitmek bilmeyen tedirginlik duygusu Necatigil’de bir varoluş meselesi adeta… Haydar Ergülen de bir yazısında Necatigil’i “büyük tedirgin” olarak tanımlayarak şöyle diyor: “Necatigil’in henüz anlamadığımız birçok şiiri, sözü vardır kuşkusuz, fakat bu büyük tedirginden anlamamız gereken şeylerin başında, onun dünyayı, hayatı ev-sokak ikileminde görmemesi, dünyayı tedirginliğin mekânı olarak yorumlayıp, tedirginlerin yerine söz alması gelir.”
Hem Ergülen’in sözleri hem de kendini ele vermekten korkarken, şiirlerinde kendini İsa gibi çarmıha gerdiğini dile getirmesi, Selim İleri’yle yaptığı bir söyleşiyi anımsattı bana. “Şiirlerim anlatmıyor da ben anlatacaksam kendimi sana; kalsın bu konuşma,” diyor bu söyleşide. “Bir sanatçının kendi yaşam öyküsünü açıklaması, ayıp mı sizce?” sorusuna verdiği yanıt ise şöyle: “Değil, değil ya, tencere kapalı kaynarsa hem yakıttan tasarruf edilir, hem de pişen yemek daha yenerli olur.”
Aylin Yılmazer: Necatigil’in bıraktığı büyük şiirsel mirasın, gerek eleştirmenler gerek edebiyat ortamı gerek de okurlar nezdinde değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?
Babamın ölümünden bu yana neredeyse 45 yıl geçti, kitapları hâlâ okunuyor, şiirleri, poetikası incelemelere konu oluyor. Son yıllarda artan bu ilginin çok yaygın olduğunu söyleyemem elbette; iyi edebiyat büyük kitlelerin ilgi alanında değil ne yazık ki, hiçbir zaman da olmadı ama günümüz koşullarında, hızlı tüketimin etki alanında popüler kültür gitgide daha çok kuşatıyor toplumun genelini. Yine de geçmişte olduğu gibi günümüzde de iyi edebiyatın izini sürenler var, umarım hep olacak. Her sanatçı gibi, belki biraz daha mütevazı bir yaklaşımla, babamın da benim tanık olduğum “üç beş şiirle de olsa yarınlara kalmak” ya da Bile/Yazdı kitabındaki deyişiyle “yüreklere belleklere buruk bir tortu, ince eleyip sık dokuyan yazılara, eleklere dolgun konular olmak” gibi bir hayali vardı, en azından bu hayalinin gerçekleştiğini düşünüyorum.
Aylin Yılmazer: Babanız, Rilke ile arasında bir ruh akrabalığı olduğunu söylüyor. Sanırım Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı kitabı bir arkadaşının evinde görüp kendisi gibi şair olan kahramana ve Rilke’ye büyük bir ilgi duyuyor. Böylelikle o güzel çevirilerin de önü açılmış oluyor.
Babanızın Kabataş Lisesi’nde iyi bir Almanca eğitimi aldığını biliyoruz. Daha sonra çeşitli sebeplerden Almanya’ya gittiğini ve bu ziyaretlerin de hem Almancasını geliştirdiğini hem de çeşitli bağlantılar kurduğunu da biliyoruz. Bu süreçle ilgili neler söylemek istersiniz?
Rilke’nin sayısız incelemeye konu olan ve günümüzde de ilgi görmeye devam eden bu önemli eseri, 50 kuşağı yazarlarını da çok etkilemiş. Aradan onca yıl geçtikten sonra kimi yazar dostlarımızın bu kitaptan bazı paragrafları ezberden okuduklarına tanık olmuş, çok şaşırmıştım.
Kabataş Lisesi’nde öğrendiği Almanca, çeviri yapabilmesi için yeterli değildi kuşkusuz ama geliştirmek için epey uğraştığını biliyoruz. Edebiyat Fakültesi’nde hocası olan Prof. Reşit Rahmeti Arat’ın da desteğiyle 1937 yazında Almanya’ya, Berlin’deki bir dil okuluna gitmeyi başarıyor. “Ben, Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi yapıyordum, ama lisede Almanca okuduğum için, fakültede Almancamı ilerletmek zorunluğu ile karşılaştım,” diye anlatıyor çok sonraları. “Bir profesörümüz vardı, bilirsiniz, Fuat Köprülü. İki yıl içinde bilimsel bir metni elimizde sözlük olmadan okuyup çeviremezsek, bizi asla mezun etmeyeceğini söylemişti. Bu tabii bizim hayrımıza bir tehdit. Bizi mecburi bir uyanıklığa götürdü. İlk sınıfta geceleri Halkevi’nde yapılan dil kurslarına gittim. Birinci yıl sonunda herhalde epey ilerlemiş olacağım ki, profesörlerim ‘Humboldt Stiftung’ bursuna beni seçtiler. O üç aylık Berlin gezim elbette büyük ölçüde yararlı oldu bana. Sonra bırakmadım Almancayı. Çevirilerden zevk aldım. Alman şair ve yazarlarını, özellikle 20. yüzyıl yazarlarını asıl dillerinden okumak, benim bu alanda büyük bir mutluluğum oldu.”
Bu üç aylık eğitimin ardından Almancasını geliştirmeye devam etmiş olmalı ki, birkaç yıl sonra ilk çevirisi (Türk Halk Kitapları, Otto Spies -ki bu kitap da Doğu kültürlerine ve masallara duyduğu ilgiyle bağlantılı), 1941’de Behçet Gönül imzasıyla yayımlanıyor.
1946 yılında, Kabataş Lisesi’nde öğretmen olarak çalışırken İstanbul Üniversitesi Alman Filolojisi’ne giriyor ve iki yıl kadar öğretmenlikle öğrenciliği bir arada sürdürüyor ama ders saatlerinin artması nedeniyle sertifika alarak Filoloji’den ayrılmak zorunda kalıyor. İzleyen yıllarda bir süreliğine Almanya’ya gidip bir üniversitede çalışmak, hatta doktora yapmak gibi hayalleri olsa da ekonomik koşullar, kısıtlı imkânlar elvermiyor. Almanya’ya ikinci gidişi ancak 1972 yılında, Alman Akademik Değişim programı DAAD kapsamındaki bir bursla, davetli olarak bu kez.
Babam kendisinden söz etmeyi, özellikle çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadıklarını anlatmayı pek sevmezdi. Bu yüzden onun geçmişiyle ilgili pek çok ayrıntıya ancak ölümünden sonra okuduklarımla, arşivinde bulduğumuz belgeler ve mektuplar üzerinden ulaştım. Örneğin geçtiğimiz yıl Tercümemi Nasıl Buldunuz? adıyla yayımlanan Alman ve Avusturyalı akademisyenlerle mektuplaşmalarından, Almanya’yla ve Alman edebiyatıyla ilişkisinin izi sürülebiliyor.
BEHÇET NECATİGİL ŞİİRLERİNİ
NEREYE YAZARDI
Renksemez camgöz
Hep arka pencereden baktı,
Orada, oralarda sabah akşam
Solgun ay altında kasımpatı
– Nereye mi yazardı dizelerini
Bir şey çıkmamış biletlerin kenarına yazardı.
Bir kapı mı açılıyor
Hemen menteşeye kayardı gözleri
Küçük ev aletleri kerpeten mengene
Giderek onda alışkanlık yarattı
– Nereye mi yazardı dizelerini
İlaç kutularının üstüne yazardı.
Yazısı 1928 yazısı
Atatürk’ün elyazısı
Ama sıkılganlıktan mı neden
Fazlaca bastırılmış bir yazı
– Nereye mi yazardı dizelerini
Kâğıt peçetelere yazardı.
Çiğnediği sözcükler, ağzının kenarında
Salya değil köpük halinde toplanırdı
Ve zarif kemerini örtme duygusuyla
Şal gibi aşağı akardı boyunbağı
– Nereye mi yazardı dizelerini
Plastikten oyuncakların üstüne yazardı.
Koca Barbaros’a karşın
Beşiktaş biraz odur artık,
Küçük bir oda versinler
Kehribar yüzü öylece kalsın
– Nereye mi yazardı dizelerini
Tırnaklarının üstüne yazardı.
Cemal Süreya
(1931 – 1990)
Aylin Yılmazer: Şiirde çizilen Necatigil portresi hakkında neler demek isterdiniz?
Ayşe Sarısayın: 1988 yılında Sıcak Nal ve Güz Bitiği kitaplarıyla Necatigil Şiir Ödülü’ne değer bulunan Cemal Süreya, ödüle ilişkin bir röportajında bu şiirini okuduktan sonra şöyle tanımlıyor babamı: “Necatigil, edebiyatımızda o gün de bugün de örneği az bulunan bilge, çelebi bir kişiydi. Kendi kuşağı içinde gençlere en açık olan kişiydi.” Necatigil ise Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı antolojisinde şu yorumu yapmıştır Süreya için: “Buluşları ve söyleyiş biçimiyle İkinci Yeni şiirinin karanlığını giderdi; gelenekten yenilik yarattı; zarif, parıltılı şiirler yazdı.” İki değerli şairin birbirleri hakkındaki değerli, incelikli yorumları ne kadar hoş…
Şiirde çizilen Necatigil portresinde babamı görüyorum elbette ama şiiri tümüyle yorumlayabilmem hem zor hem de haddimi aşar. Bir şey çıkmamış biletler, ilaç kutuları, kâğıt peçeteler, sıkılganlık, bastırılmış el yazısı, Beşiktaş Barbaros, küçük oda… Hepsi de bir şairin yarattığı imgeler değil yalnızca, iyi bir şairin çok içeriden tanıdığı bir başka şaire imgeler üzerinden yaptığı göndermeler… İmgelerin gerçekliğe göz kırptığı, yer yer gerçekle örtüştüğü mükemmel bir portre diyebilirim yalnızca…
Aylin Yılmazer: Behçet Necatigil için öğrencisi Hilmi Yavuz’un “Odası Dünyadan Büyük Şair” tanımlamasının altında ne olduğuna bir bakmak istiyorum. Rahim Tarım, Necatigil, “Rilke ve Yalnızlık” makalesinde, Behçet Necatigil’in Rilke, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar ile ortak noktalarından söz eder: Varoluşsal yalnızlık… Behçet Necatigil’in şiirlerinin kaynağı olarak da bunu görür. Dış dünyayı bilip içe yönelme ve bu duygunun üretime dönüşmesi. Babanızın yaşamını ve şiirlerini bu açıdan değerlendirirseniz, neler söylemek istersiniz?
Rahim Tarım ise “Rilke ve Yalnızlık” başlıklı makalesinde Necatigil’in eserlerinde görülen yalnızlığın, sadece içe dönük mizacından kaynaklanan sıradan bir yalnızlık olmadığını, sizin de değindiğiniz gibi içsel, büyük bir varoluşsal yalnızlık olduğunu belirtiyor. Çok yerinde bir saptama kuşkusuz.
Babamın ilk şiir kitabı Kapalı Çarşı’daki “Yel Değirmenleri” şiiri şu dizeyle başlar: “Yaşamak bir azaptır çok zaman.” –ki Hilmi Yavuz da Behçet Hoca adlı kitabında “Hoca’nın varoluşunun özüne yerleştirdiği yaşama azabı”ndan söz eder. Babamın, Rahim Tarım’ın dile getirdiği varoluşsal yalnızlığı besleyen içe dönük, çekingen mizacı büyük ölçüde çocukluğuna uzanıyor. Çok erken yaşta anne kaybı, baba eviyle anneannesinin evi arasında geçen huzursuz ve güvensiz bir çocukluk, henüz ilkokul çağındayken başlayan ve neredeyse tek başına mücadele etmek zorunda kaldığı bir hastalık… Aile içi trajediler, üvey annesinin psikolojik rahatsızlığı, gelgitli, fırtınalı ve kendisini hep yalnız hissettiği yıllar… Edebiyata sığınarak, kitaplarla teselli bularak ayakta kalmaya çalışırken, hayatına yüklediği anlam, edebiyatta ve şiirde derinleşmek oldu belki de.
Yakın dostu Oktay Akbal Şair Dostlarım adlı kitabında babamın yıllar yılı kocaman bir evin küçücük bir odasında yaşadığını anlatır. Dedem Necati Gönül’ün evidir burası. Benim de yıllar yılı gittiğim, çocuk bakışımla çok gizemli ve bir o kadar da ürkütücü gelen Beşiktaş Valideçeşme’deki eski, ahşap konak… “Dünyadan büyük odası”nı bu yalnızlıklar evinde, kendisine ayrılan küçücük bir mekânda oluşturmaya daha o yaşlardayken başlamış olmalı…
Şöyle diyor bir söyleşisinde: “Aile muhitimde şiirle, edebiyatla uğraşan hiç kimse yoktu. Kendi halime bırakılmıştım; her şeyi kendim hazırlamam, kendim keşfetmem gerekiyordu. Bende şairlik, çocukluğumun hastalık ve yalnızlıklarına bir tâviz olarak kendiliğinden belirdi. Kabuğumdan çıkmaya üniversite yıllarında başladım ve asıl hayata atıldıktan sonra hasta hayallerden kurtuldum. Âdeta bir dirilişti bu. Böylece kendime kahrederek hayalde yaşamaktan kurtuldum ve kendi hayatımdaki, etrafımdakilerin hayatlarındaki gerçeği sezmeye başlamak suretiyle işin şuurunu anladım.” Bir başka söyleşisinde ise şu sözler var: “Çünkü rahatlıklardan gelseydim şair falan olamazdım herhalde. Belki olurdum da kişiliksiz, tutarsız, gösteriş düşkünü bir müsvette şair olurdum.”
Aylin Yılmazer: Montaigne babanızın da bir yazısında söz ettiği bir denemesinde “İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı, ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkânın arkasında, yalnız özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün baş başa verip dertleşmeliyiz.” diyor. Yalnızlık ve aşkı çıkış noktası olarak ve üretimin kaynağı olarak gören evler şairi Behçet Necatigil nasıl bir babaydı? Çocukluğunuzdan yola çıkarak onu nasıl hatırlıyorsunuz?
Babamı düşündüğümde hatırladığım resim de böyle. Onun 63 yıllık yaşamını orta halli bir vatandaş olarak ev-aile-yakın çevre üçgeninde geçirdiğini, özel yaşamının da tıpkı şairliği gibi tutarlı, gelgitlerden uzak olduğunu görüyorum. Düşünceleri ve yazdıklarıyla yaşamı birbirine paralel gidiyor, birbiriyle örtüşüyor. Turgay Gönenç’in ifadesiyle “Behçet Necatigil, yaşamı, yazdıklarına tam anlamıyla uygun, yaşadığının hesabını veren bir kişi” olduğundan, şair Necatigil ile babam Necatigil’i birbirinden ayırabilmem çok zor. Babama ilişkin anılarımın yer aldığı ilk kitabım Çok Şey Yarım Hâlâ’nın şu cümleyle bitmesi de bu yüzden belki: “Benim şairim Behçet Necatigil. Öleli yirmi bir yıl oldu. Kendimi çok şanslı hissediyorum, çünkü şairim babam.”
Babama ilişkin ilk anılar, Beşiktaş Camgöz sokağındaki nohut oda bakla sofa ahşap evimizden. Adı sonradan Behçet Necatigil sokağı diye değişmiş olsa da, burası babamın bir şiirinin adıyla kaldı bende, hep “Eski Sokak” oldu. “Küçük ahşap bir dizi evlerdi / On yıl önce o sokak / Sonra geniş caddelere çıktık / Apartman — sizden uzak.” dizeleriyle başlayan ve “Bilinmedi, ne çare sizdendik / Yalnız biraz daha iyi yaşamaya özlemli / Şimdi aynı uzaklık, aynı utanç / Düşündükçe o sokağı, o evleri.” dizeleriyle sona eren bu uzun şiir, hem ilk çocukluk yıllarımın hikâyesi hem de babamın hayata bakışının bir yansıması gibi gelir bana. Doğduğum ve 8 yıl yaşadığım o evden belleğimde kalan en net görüntülerden biri, küçük bir tavan arası odası: Duvarlarda kitap rafları, kitapların önünde ufak şişeler, içlerinde düğmeler, raptiyeler, çiviler, yumak yapılmış sicimler, kolonya şişeleri, ilaç tüpleri, küçük bir masa saati, birkaç soluk fotoğraf, raflara iliştirilmiş kağıtlarda kısa notlar… Pencerenin önünde tahta bir masa, üzerinde daktilo, uçları çakıyla açılmış kurşun kalemler, Birinci sigarası paketleri, dibinde telvesi kalmış bir kahve fincanı. Çok sıcak bir yaz günü, masanın başındaki taburede oturmuş, odaya dolan bunaltıcı güneşe aldırmaksızın sessizce çalışan babam…
İlk evimi, babamın çalışma odasını hatırlamak, babamı hatırlamakla eşdeğer bir bakıma. Sessiz, sakin, en çok daktilo tıkırtılarının duyulduğu bir ev, zamanın çoğunu odasında, masa başında çalışarak geçiren, az konuşan, öfkelendiğinde bile sesini asla yükseltmeyen bir baba… Kendimi bildim bileli hep çalışırken gördüm onu. Paylaşımlarımız akşam yemeği saatleriyle sınırlıydı daha çok. Ama babam, gereğince yaşanmamış bir çocukluğun bireyde yarattığı eksikliği ve boşluğu kendi deneyimleriyle öğrenmenin de etkisiyle olsa gerek, ablamla beni güvenli bir ortamda yetiştirmeye, bize sevildiğimizi, kollandığımızı hissettirmeye büyük özen gösterdi. Bugün dönüp baktığımda, sınırlı paylaşımlarımıza rağmen çocukluğumdaki en başat duygunun güven olduğunu görüyorum.
Çalışırken arada bir odasından çıkıp kahve yapar, bunun kendisini rahatlattığını söylerdi. Mutfağa girip sevdiği bir yemeği hazırlaması ya da bazı akşamlar uzun tartışmalardan sonra annemi ikna edip bulaşıkları yıkaması, annem bir seyahate çıktığında evin tüm işlerini üstlenmesi, söylediği gibi sadece kendisini rahatlatmak için miydi, yoksa annemin üzerindeki yükü biraz olsun azaltma ve kimseye yük olmama çabası mı? Neredeyse tüm yaşamını sorumluluklarına ve kimseye yük olmama çabasına göre yönlendirmiş olduğu hem davranışlarında hem de şiirlerinde açıkça görülüyor. Dolayısıyla ablam da ben de eşitlik, adalet, vicdan, hatta merhamet kavramlarıyla farkında olmadan çocuk yaşta tanıştık, davranış biçimlerini bu kavramların şekillendirdiği bir ortamda büyüdük.
Babamla ilgili anılarımın çoğu, hemen birkaç dizeyi getiriyor beraberinde. Şiir hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıydı. Şiirler yıllar geçtikçe, yaşadıkça daha çok anlam kazanıyor, sanki gerçeğin ta kendisi oluyorlar. Babamın ölümünden başlayarak tüm kayıplarda hatırladığım ve bana dayanma gücü veren bir şiirinde olduğu gibi: “Ben gidince bir renk uçar / Albümlerinizden / Kendince bir ses erir havada. // Bir eksiklik kalan fotoğraflarda / Ama gene olurum / Aranızda. // Sizinle kendimi sayarak / Ben de varım hâlâ boşlukta / Bir dayanak aramalarınızda.”
Aylin Yılmazer: Babanızın şiirlerinin ve düzyazılarının yanı sıra radyo oyunları da vardı. Almanya’da çıkan bir ansiklopedideki Behçet Necatigil maddesi için Doğan Hızlan’ın babanızın radyo oyunları üzerine yazdığı yazıyı verdiğini biliyoruz. Babanızın radyo oyunu yazmasının nedeni şiirinde dile getiremediklerini yazmak olabilir mi? Radyo oyunlarında izlek açısından bir bütünlük var mı? Bir arkadaşım babanızın radyo oyunlarında “hayatı ıskalayan insanlar”ın olduğunu söylemişti bana. Sizce bu doğru mu?
Ayşe Sarısayın: Birkaç yıl önce babamın radyo uyarlamalarının yayına hazırlandığı dönemde, radyo oyunlarına ilgisinin nasıl başlayıp nasıl geliştiğini, çok önemsediği bu tür hakkındaki görüşlerini epey araştırmıştım. Radyo oyununu şiire en yakın tür olarak gören Necatigil, iyi kurulmuş, diyalogları iyi ayarlanmış radyo oyununun, bir şiir yorumu olduğunu söylüyor: “Gücünü ses, efektten alan; arka plandan, çağrışımlardan faydalanan oyun türü. Şiire en yakın tür. Beni çeken bu oluyor. Radyo oyununa şiirin agrandizmanı olarak bakıyorum.”
Bu alana 60’lı yıllarda başlayan ilgisi gitgide yoğunlaşarak devam ediyor, radyo oyunlarının ülkemizde de gelişmesi, modern edebiyatın bağımsız bir kolu olarak kabul görmesi için çaba harcıyor. Radyoda yayımlanan kendi yazdığı ilk oyunu 1963 tarihli “Kadın ve Kedi”, son oyunu 1977 tarihli “Temmuz” olmak üzere toplam 19 radyo oyunu var.
Şiirinde dile getirmediklerini yazdığı doğru, kendi ifadesi de böyle zaten: “Ben şiirlerimin hâlâ bu kadar gelişmeye rağmen anlaşılamadığını gördüğüm için şiirlerimdeki temaları bir de radyo oyunlarında açıklamak, yorumlamak ihtiyacını hissettim.”
Doğan Hızlan’la yaptığı bir söyleşide şöyle diyor: “Radyo oyunları bence şiirin uzantısı, yani şiir ne de olsa boyutları kısıtlı bir edebiyat türü. Radyo oyununda biraz daha açılmak mümkün. Hikâye de yazılabilir, her şeyden bir roman da çıkarılabilir. Radyo oyununu ben şiire en uygun tür olarak alıyorum. Ama radyo oyunu derken, skeçleri uzakta tutuyorum bu tanımdan. Radyo oyunu şiir gibi sesten, imajdan ve mesajdan kuvvet alan, bu öğeleri yoğunlaştırdığı oranda şiire yaklaşan bir tür. Bizim hele masallarımız, efsanelerimiz bu türe çok elverişli. O yüzden çok seviyorum radyo oyununu.”
Dolayısıyla babam radyo oyunlarını şiirlerindeki temalar çevresinde geliştiriyor, yani öz değişmiyor. Ev-aile-yakın çevre üçgeninde yaşanılanlardan damıtılanlar, büyük şehir yaşamının kişide yarattığı baskılar, insan ilişkilerindeki çıkmazlar, iletişimsizliğin de beslediği tedirginlik, geçmişten kaçamama, kaçma çabalarının yarattığı suçluluk duygusu, dar vakitlerde yaşama telâşıyla gözden kaçırılanlar, yarım kalmışlıklar… İlk anda sıraladığım bu izlekleri “hayatı ıskalamak” olarak nitelendirebilir miyiz, bilemiyorum. “Kuyruk” şiirinin şu dizeleri geliyor aklıma: “Bu kuyruklar yüzünden benim bunca kaybım / Mesela / Hem bazı kayıplar bir bakıma kazançtır / Nitekim kuyruklarda ben hava aldım / Ya başka alanlarda / Acaba.”
Radyo oyunları bağlamında Almancadan çevirdiği oyunlara da değinmek isterim. Radyo oyunlarına verdiği önem, o yıllarda Alman Türkologlar Annemarie Schimmel ve H. W. Brands’la yazışmalarında da karşımıza çıkıyor. Mektuplarında hem telif oyunlarından hem de Almancadan çevirdiği oyunlardan sıklıkla söz ediyor; bulamadığı kitapların temini için onlardan yardım isteyerek zamanla zengin bir radyo oyunu kitaplığı oluşturuyor. Gösterdiği çabanın sonucunda kendi oyunlarının kitap olarak yayımlanmasını sağlamış olsa da –“Ben oyunlarımı ısrarla kitaplaştırdım. Şair olmasaydım yayınevleri hiç basmazdı ama bir yandan mecbur etmek lâzım,” diyor bir söyleşisinde– çevirdiği oyunların kitaplaşması mümkün olmuyor, radyodan dinlediğimiz bu oyunlar dönemin edebiyat dergilerinde yayımlanabiliyor ancak: “Kâmuran Şipal ile bir Alman Radyo Oyunları Antolojisi hazırlamak niyetimiz, böyle bir kitap alıcı bulamaz düşüncesiyle, yayınevlerinin umursamazlığı yüzünden gerçekleşemedi hâlâ.” Bu hayal kırıklığına rağmen radyo oyunu çevirilerinden vazgeçmiyor ve 1963-1979 yılları arasında Günter Eich, Friedrich Dürrenmatt, Siegfried Lenz vb. yazarlardan 18 oyun çeviriyor.
Aylin Yılmazer: Son olarak size şunu sormak istiyorum: Babanız gibi üretken ve çok yönlü bir sanatçının hayatını kaybetmeden önce başladığı ve yarım kalan projeleri olduğunu tahmin ediyorum. Yanılıyor muyum? Bu çalışmalardan söz ederseniz sevinirim.
Hatırladığım kadarıyla hazırlıklarına çok daha önceleri başladığı çalışmalardan biri, “Edebiyatımızda Yalnızlık Antolojisi”ydi, birtakım notlarla, öylece kaldı. Knut Hamsun’dan çevirdiği, henüz daktiloya geçirilmemiş iki çevirisi (Son Bölüm ve Uçarı) ölümünden sonra yayımlandı. Kitaplaşmamış son şiirlerini Söyleriz adıyla Kâmuran Şipal yayına hazırladı, Almancadan çevirdiği, çoğu dergilerde kalmış şiirlerden oluşan Yalnızlık Bir Yağmura Benzer adlı çeviri şiirler antolojisini ise ben hazırladım.
Alman şair ve radyo oyunları yazarı Günter Eich’tan yaptığı çevirileri bir kitap olarak yayınlatma imkânı bulamaması, çok istemesine rağmen gerçekleşemeyen planlarından biri. Eich şiirlerinden oluşan kitapçığın bir yayınevine verilmek üzere hazırladığı maketi, bu işi ne kadar önemsediğinin hazin bir belgesi olarak duruyor hâlâ…
Necatigil’in arşivinde 2015’ten bu yana birlikte çalıştığımız editör arkadaşım Serenad Demirhan’ın emeğiyle hazırlanıp yayımlanan kitaplar oldu. İlkin babamın ölümünden 20 yıl sonra ablam Selma Necatigil ile beraber yayına hazırladığımız aile mektuplarını (Serin Mavi) annemin evinden çıkan karşılıklarıyla bütünleştirerek yeni baskıya hazırladı, ardından başka kitaplar geldi: Dar Bir Çember İçinde (2018; Kâmuran Şipal’le mektuplaşmalar), Vaktin Zulmüne Karşı Yazmak – Düzyazılar III (2019; yazılar, söyleşiler), Konuş ki Göreyim Seni – Radyo Oyunu Uyarlamaları 1 (2019), Tercümemi Nasıl Buldunuz? (2022; O. Spies, A. Tietze, A. Schimmel ve H. W. Brands’la mektuplaşmalar), Şiirinizin Tadına Geç Vardım – Edebiyat ve Sanat Dünyasından Necatigil’e Mektuplar (2023) ile daha önce değindiğimiz Küçük Muharrir (2017) ve Dost Meclislerinde Kasideler (2019).
Çocukluğundan itibaren saklama, biriktirme alışkanlığı olan babamın arşivi çok zengin. Çalışmalarımız hâlâ devam ediyor, birkaç kitap daha yayımlandığında Necatigil külliyatı tamamlanmış olacak.
Şunu da belirtmek isterim: Şimdilerde rahatlıkla yayımlanma imkânı bulan bu kitapların babamın ölümünün hemen ardından yayımlanabilmesi de pek kolay değildi. Hem 12 Eylül darbesini izleyen yıllardaki ortam, ülkenin siyasi iklimi, yayıncılık dünyasındaki sorunlar, özellikle piyasa koşulları buna elvermezdi, hem de Necatigil adının yarattığı etki bugünkü kadar belirleyici değildi.
Söyleşiyi babamın evde de çok sık tekrarladığı, her durumda farklı algılanabilecek bir dizesiyle sonlandıralım isterseniz: “Her şey bir vakti bekler…”