“Yazmaya başlarken kalemimi özgür bıraktım, o da yönünü romana çevirdi.”
“Merhaba, ben Olcay. Susan, konuşan, deliren, unutan, hiç ama hiç unutmayan… Kaç kişiyim, bilmiyorum. Caddeler, sokaklar benle dolu. Boğaz Köprüsü’nden yalınayak geçtiğimiz bile oldu. Çok eskiden, çocukluğumuzda. Pardon, bu İlyas’ın hatırası, yine karıştırdım. Onun geçmişiyle benim geçmişim birbirine girer bazen böyle. Neden? Bana anılarını bile dayattı da ondan. Tutturmuş sen yaşadıklarını benden iyi mi hatırlayacaksın diye. İnatçı işte. Keçi. Neyse lafı uzatmayalım. “Bir garip yolcuyum,” diyelim şimdi. Haydi, hep beraber!” (Sf. 11)
Ayşegül Bayar: Öykü benim yazın hayatımın başlangıç noktası. Dar alanlarda yaşadığımız, payımıza düşen sınırlı zaman parçalarında değerli olanı yakalamaya çalıştığımız şu dünyada ufak detaylardan koca koca resimlere varmak, içimden akanı kısa metinlere bölüp çoğaltmak bana iyi geliyordu. Hâlâ da öyle ancak ikinci dosyam için kolları sıvadığımda şunu fark ettim: Kafamda beliren sahneler o kadar ayrıntılıydı ki bunları tam anlamıyla aksettirebilmek için o sahneyi sayfalar dolusu yazmam gerekirdi. Eksiltmek istemiyordum. Her bir duygunun içine girmek, deşmek, çoğalmasını izlemek… Yazmaya başlarken kalemimi özgür bıraktım, o da beni anladı ve yönünü romana çevirdi. Yine de öykü diliyle roman dilini birbirine harmanlamayı, türleri birleştirmeyi seviyorum. Gece On İki Sancıları’nda öykülerin birbiriyle bağlantılı olması, kitabın okurları tarafından “roman tadında” olarak nitelendirilmişti. Rengini Benden Alan da bir roman olmasına rağmen öykünün niteliklerinden tam olarak kopmuş değil.
Münire Çalışkan Tuğ: Gece On İki Sancıları, 12 Eylül Süreci ve bu sürecin etkilerini konu edinen, toplumcu anlayışla kaleme alınmış bir eserdi. “Rengini Benden Alan” ise bireysel bir yaşam öyküsü üzerinden ilerliyor, ancak dert edindiği mesele, günümüzün en büyük toplumsal sorunlarından biri olan ötekileştirme. Merkezden dışarıya, topluma, bakan bir metin var karşımızda. İlk eserde bütünden parçaya inerken, ikincide parçadan bütüne gidiş söz konusu. İlk kitabı ile ödül alarak çıtayı yükselten bir yazar olarak, ikinci dosyanın sizi endişelendirdiği oldu mu?
Ayşegül Bayar: Endişelerim olmadı, dersem yalan olur. İlk kitabımın büyük usta Fakir Baykurt’un adını taşıyan bir ödüle değer görülmüş olması şüphesiz harika bir durum benim için ama bu, büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Edebiyatta ya da herhangi bir sanat dalında, sanatçı kendini aştığı sürece var olur çünkü. Ancak bu şekilde hizmet ettiği sanata katkı sunabilir. Dilimi, anlatım biçimimi yukarıya taşımam gerektiğini biliyor, zaman zaman bunu başaramama korkusuna kapıldığım oluyordu. Ama yazım sürecim bittiğinde kendime şunu dedim: “Sen elinden gelenin en iyisini yapmak için çok çalıştın, emek verdin, metnine ve metninin kaderine güven!” Bu düşünce kaygılarımı alıp götürdü. Bunun yanı sıra, Rengini Benden Alan türü, konusu, dili ve anlatımı bakımından ilk kitabımla kıyaslanamayacak ölçüde farklı. O da kendi yolunu çizip o yolda ilerleyecek ve her kitap gibi kendi kaderini belirleyecek.
Münire Çalışkan Tuğ: Roman karakteriniz Olcay’ın hem babası hem de toplumla çatışmasını ve omzundaki yüklerden kurtulma çabalarını okurken aynı zamanda onun iç dünyasına, geçmişle hesaplaşmalarına tanık oluyoruz. Bu sadece Olcay’ın sorunu değil, kitapta da bahsedildiği üzere, toplum tarafından ötekileştirilen Olcayların, bu dünyadaki varlığına anlam arayan diğer insanların da sorunu. Kitapta bu insanların sancılarına tanık oluyoruz.
İlkinde olduğu gibi bu kitapta da karakterlerin psikolojik tarafları ağır basıyor. Kişilik bölünmesi, sanrılar, sevgi eksikliğinden kaynaklanan özgüven sorunu, narsist eğilimler… İnsan psikolojisini temele oturtan metinler yazmanızda sizi harekete geçiren güç nedir diye sorsam?
Münire Çalışkan Tuğ: Olcay okuyucuyu kendine bağlayan, deyim yerindeyse “onda şeytan tüyü var” denen bir karakter. Huyları, tavırları, dış görünüşünden konuşma şekline kadar her şeyiyle gerçekte yaşayan biri gibi çıkıyor karşımıza. Olcay’a nasıl çalıştınız?
Ayşegül Bayar: Karakterlerim hikâye henüz belirmemişken gelip bana kendilerini tanıtırlar. Benden onlara bir yaşam öyküsü armağan etmemi isterler. Beni yeni bir metne yönlendiren ilk kıvılcım, zihnimde beliren kopuk kopuk sahnelerdir. Beni bilirsin, imgelerin peşinden koşan biriyimdir. Bir akşamüstü yine kulaklığımı takmış müzik dinlerken sahnede şarkı söyleyen ve sırtında kanatları olan genç bir erkek canlandı zihnimde. Yüzü henüz belirsizdi. Onu takip ettim ve birlikte Beyoğlu’nda bir bara gittik. Olcay’ın kulisine. Olcay’ı orada imgelerken mavi gözleri olsun istedim. Altın saçlar… Dışarıda, sokakta gözlem yaptım. Gençler saçlarını nasıl kestiriyor, hangi saç modeli moda. Bukleli saçlarda karar kıldım. Ardından filmine oyuncu arayan bir yönetmen gibi sosyal medyada gezinerek Olcay’a gerçek bir yüz aradım. İnandırıcı bir karakter oluşturmanın koşulu, onu içiyle, dışıyla her yönüyle önceden tasarlamak, çok iyi tanımaktı. Olcay’ın karakter özelliklerinden çoğunu metni yazmaya oturduğumda netleştirmiştim ama yazdıkça Olcay’ın yeni huylar geliştirmeye başladığını fark ettim. Çok sevgi dolu, iyi niyetli biriydi. Hâlâ da öyle ama aramızda kalsın, çok zor bir insan. Ani duygu iniş çıkışları var. Hırçın. Ondan, hayatımda var olan, gerçek biriymiş gibi bahsediyorum değil mi? Bu büyüleyici bir şey.
Münire Çalışkan Tuğ: Hep Olcay’dan bahsetmek olmaz. Biraz da İlyas’a ve Behram’a değinelim. Onlar da en az Olcay kadar metne yön veren isimler. Behram, Olcay’ın ilk aşkı. Onun kendini bulma yolculuğunu başlatan genç. İlyas, yani baba, alışık olduğumuz otoriter baba figüründen biraz farklı. Baba oğul çatışmasının böylesine hassas bir konunun işlenmesinde klasik bir kurgu üzerinden ilerlemeyişi önemli diye düşünüyorum. İlyas, yer yer kendinden beklenen tepkileri verse de bir oğul olarak Olcay’a olan zaafını ve bağlılığını türlü hareketlerle belli ediyor. Babalı oğullu rakı sofraları, meyhane muhabbetleri… Uç rollere bürünebilen bu baba, hayata olan hıncını Olcay’dan çıkarıyor diyebilir miyiz?
Ayşegül Bayar: Metinde geçen birkaç cümle, okuyucuya İlyas’ın çocukluğuna dair ipucu veriyor. Yetmiş beş şubatı. İlyas’ın altı yaşını doldurduğu gün. İlyas o tarihten beri bitip tükenmek bilmeyen bir karanlığın içinde. Aydınlığı tanımadığından karısına da oğluna da aydınlık bir hayat sunamamış olması şaşılacak bir durum değil aslında. Evet, bir hınç alma durumu var ama aynı zamanda İlyas, kendini oğluyla kurtarmaya, ona tutunarak o karanlığın içinden çıkmaya çalışıyor. Kendine-Olcay’ın deyimiyle- “Çakma bir Olcay” yaratmasının başlıca sebeplerinden biri de bu. Olcay’ı her yönüyle kusursuz, güçlü bir erkek haline getirmek, topluma övünçle takdim etmek isterken bir yandan da ondan beslenerek kendini güçlendirmek istiyor. Narsist kişilik özellikleriyle öne çıkan İlyas’ın kendisi de aslında eril zihniyetin bir kurbanı. Behram ise deyim yerindeyse tam bir kapalı kutu. Yaşadığı belli başlı olaylar dışında geçmişinden de kendinden de bahsetmek istemiyor ancak o da en az Olcay kadar derin bir karanlığın içinde. Olcay’la aralarında geçen bir diyalogda, kendisine geçmişte intiharı düşünüp düşünmediği sorulduğunda “Düşünmem gerekiyormuş da düşünmüyormuşum gibi suçluluk duydum daha çok.” diyor. Gencecik bir insanın üzerine yönelen toplumsal nefretle içinde duyduğu yaşama arzusu arasında bocalaması… Ne kadar acı.
Münire Çalışkan Tuğ: Okura bırakılan boşluklar, anlatıcıların durmadan değişerek birbirinin yerini alması, önemsizmiş gibi görünen detayların sayfalar sonra bir yere bağlanması, dozunda kullanılan erotizm, zamanda sıçramalarla değişen sahneler… Sinematografik olarak da nitelendirebileceğim bu katmanlı metin, bize çoklu okuma biçimleri sunuyor, üstelik bunu son derece sade bir dille başarıyor. Bize kitabın hazırlık ve inşa sürecinden biraz bahsedebilir misin? Fikir nasıl doğdu, bu konuya nasıl yöneldiniz?
Ayşegül Bayar: Okuduğum bir gazete haberi bu konuya yönelmemde belirleyici oldu, zira insanların kategorize edilerek doğuştan getirdikleri özellikleri sebebiyle ayrıştırılmasına ve toplumun dışına itilmesine tahammülüm yok. Cinsiyet eşitsizliği, toplum tarafından atanmış cinsiyet rolleri, her bilinçli birey gibi beni de rahatsız ediyor. Gazetede rastladığım o haberi okurken yapılan haksızlığa duyduğum üzüntü kalbime ağır bir taş gibi yerleşti ve kalemim yöneleceği yolu seçti. Metne başlarken klasik bir kurgu yapmamaya karar verdim. Bu, aynı zamanda çok sesli bir metin olmalıydı. Ana mekân yatak haricinde elle tutulur, gözle görülür hiçbir donenin bulunmadığı, karanlık, dipsiz bir boşluk olduğundan, başlarken metnin devamlılığı konusunda biraz ürktüğümü itiraf edeyim. Ancak pes etmeyi sevmeyen inatçı biriyim. Bu karanlığı nasıl hareketlendirebilirim, diye düşündüm ve kahramanı seslerin yardımıyla geçmişe götürmeye karar verdim. Bu noktada karakteri bölerek birini sahneye, diğerini de karanlık odaya yerleştirdim. İçeriden kulise gelen alkış sesleri, şarkılar, ıslıklar, sahnedeki Olcay’ın konuşmaları… Çatışma doğmuştu. Birbirine zıt iki Olcay. Sonra bir Olcay daha, bir tane daha… “Olcaylar” teması bu şekilde doğdu. Yazım süreci öncesinde kitaplar ve filmlerle, araştırmalarla konuya hazırlandım. Kendimi Olcay’la özdeşleştirebilmek için onunla birlikte o karanlık odaya girdim ben de. Kendimi dış dünyadan soyutladım. Sık sık, zihnimde imgeleme yapıyor, metnimi bir film gibi çekiyordum ve elbette müziğin ruhu yine yanımdaydı.
Münire Çalışkan Tuğ: Metinde güçlü imgeler var. Kanatlar, uzun kazak (Olcay’ın o kazağın içindeki görüntüsü günlerce aklımdan çıkmadı) duvara asılan ışıklı yazı, evin denize bakan terası… Behram’ın evi, her yönüyle yaşayan bir ev. Kokular, renkler, sesler… Metnin atmosferi çok güçlü kurulmuş. Özellikle merak ediyorum, atmosfer yaratırken size yarar sağladığını düşündüğünüz bir yöntem var mı? Nasıl oluşuyor metinlerinizdeki atmosfer?
Ayşegül Bayar: Beş duyuyu mutlaka metne dahil ediyorum. En çok da renklerden ve kokulardan faydalanıyorum. Özellikle koku, hafızası olması özelliğiyle metne en çok sahicilik katan öğe bence. Rengini Benden Alan’ı elimden geldiğince görsel ve işitsel yapmak istedim. Bir müzikalmişçesine, sahnelerin ardına fon müzikleri koydum. Rahmaninov, Chopin… Atmosfer yaratırken yararlandığım yöntemlerden biri de çizim. Örneğin, Behram’ın oturduğu deniz kenarındaki evin teras katını tasarlarken sabahın üçüne kadar masa başında oturdum ve bir mimar gibi kat planı çizdim. Bu konuda Umberto Eco’nun izinden gittiğimi söyleyebilirim. Metinde geçmeyecek dahi olsa, her ayrıntının önceden tasarlanması taraftarıyım. Bu ve bunun gibi şeyler…
Münire Çalışkan Tuğ: Olcay sahne hazırlığı yaparken kendini ucu bucağı belli olmayan, bomboş ve zifiri karanlık bir odada buluyor. Orada çıkışı bulabilmek adına çırpınıyor. Onun iç dünyası bu karanlık kulis/oda metaforuyla verilmiş okuyucuya. Bu sonsuz, belirsiz, uzayan boşlukta eşya olarak sadece bir yatak olması ise düşündürücü. Olcay’ı döndürüp dolaştırıp yine bu yatağa getirmeniz (Bir hayatı çembere sarar gibi. Sf 92) onun çıkışsızlığını tarif ediyor elbet ama eşya olarak neden bir yatağı tercih ettiğinizi merak etmedim değil.
Ayşegül Bayar: John Berger, Sanatla Direniş kitabında “Yataklar insan elinden çıkmış diğer bütün nesnelerden daha fazla şey vaat eder,” der. Gerçekten de öyle değil mi? Kişinin kendini en masum haliyle teslim ettiği, gerçekten kendisi olabildiği tek yerdir yatak. İçsel yolculukların, kararların ya da vazgeçişlerin gerçekleştiği, doğuma ve ölüme şahitlik eden, bireye ait en öznel yer. Sinemada da bolca kullanılan bir metafor olduğunu okumuştum. Bu sebeplerden Olcay’ın kendini bulma mücadelesine bir yatak metaforuyla katkı sunmak istedim. Onun bu yatakta pek çok kez kıvrılıp bir cenin pozisyonu alışı anne karnında hissedilen güven duygusuna olan ihtiyacını ve yeniden doğma çabasını destekledi.
Münire Çalışkan Tuğ: Andre Malraux, “Her roman aslında bir otobiyografidir.” der. Belirttiğim alıntıdan da yola çıkarak sormak isterim, Olcay’la ya da diğer karakterlerinizle benzeşen özellikleriniz var mı?
Ayşegül Bayar: Beni yakından tanıyanlar bilir. Bende de tıpkı Olcay’daki gibi ani duygu iniş çıkışları olur. Çok çabuk mutsuz olur, çok çabuk moral bulurum. Bu yönlerimizle benzeşiyoruz. Ayrıca farklı sebeplerden kaynaklansa da ikimiz de buhranlı bir dönemden geçtik. Sıkışmışlık duygusunu yaşadık. Onunla en büyük ortak noktamız bu. Ayrıca, sadece Olcay’a değil, Behram’a da hatta İlyas’a da kendimden parçalar serpiştirdim. Belki de yazma eylemiyle kendimize dışarıdan bakmak, kendimizi yeniden inşa etmek istiyoruz.
Münire Çalışkan Tuğ: “İnsan bir kez doğdu mu umut etmeyi öğreniyor, yaşamaya kalkışıyor.” (Sf 31) Bu cümle Olcay’ın içinde bulunduğu durumun bir özeti aslında. Siz de toplumun bugününü ve geleceğini düşündüğünüzde umutsuzluğa düşüyor musunuz, yoksa bir yerde bir şeylerin değişeceğine mi inanıyorsunuz? Umut nerede duruyor sizin dünyanızda?
Ayşegül Bayar: Umutsuzluğa düşmemek için olağanüstü bir çaba sarf etsem de bugüne baktığımda ne yazık ki tek gördüğüm karanlık. Köleleştiren, üretmekten çok tüketmeye yönlendiren bir sistem. Irkçılık, cinsiyet eşitsizliği, eril sistemin tahakkümü, insani değerlerden, hoş görüden giderek uzaklaşan bir toplum, nefret söylemleri, adaletsizlik… Ne yönden bakarsan bak puslu, siyah beyaz. Değişecek mi peki? Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın bahsettiği gibi, simülasyon artık gerçeğin yerini aldı. Simüle edildiğinin dahi farkında olmayan, tabiri caizse uyuşturulan insanlık, bu günleri daha güzel günlere taşıyabilir mi sizce? Dünyanın en yalan gerçeği ya da en gerçek yalanı içindeyken sanat da kültür de darbe alıyor, deforme oluyor. Ama biz yine de kapıyı aralık bırakalım ki içeriye ince de olsa bir ışık sızsın.
Münire Çalışkan Tuğ: Olcay şu an karşınızda olsaydı ona neler söylerdiniz?
Ayşegül Bayar: Olcay! Artık o polyester kanatlara ihtiyacın yok. Sahici kanatlara sahipsin, unutma. Şimdi tacını tak. Bu tören senin hayatı kuşanma törenin. Rengârenk kanatlarını alabildiğine açacak ve gönlünün istediği yere uçacaksın. Çok ama çok mutlu olmanı dilerim.
Münire Çalışkan Tuğ: Bize zaman ayırdığınız ve sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz.