Sevgili “Aynada Çoğalan”,
Sen, isimsiz kahramanım, Seninle Berna Durmaz’ın “Metal Hayatlar” kitabında karşılaştık. Bende tetiklediğin duygular o kadar güçlüydü ki sana yazmadan edemedim. Bazen insan, konuşup içini dökmek istediği kişiyi bir kitabın sayfaları arasında da buluyormuş meğer. Kendini, kendinden hareketle toplum düzenini, o düzenin çıkışsızlığını ve ruhlarımızı öğüten şehir hayatlarını anlatışın o kadar özgündü ki içim sana yazma isteğiyle doldu. Öykünü akıcı, duru, kısa cümlelerle kurmuşsun ya, seninle yan yana oturup söyleşmenin sıcaklığını yaşattı bana. İmgesel anlatımınla beni sarstığını da gizleyemem senden. Seni dinlerken kendimi gizemli bir atmosferin içinde buldum. Ustalıkla bir araya getirdiğin sözcüklerin yarattığı girdaba anbean daha çok kapıldığımı hissettim.
Seni anlıyorum. İnanır mısın, seninle aynı şeyleri yaşıyor, aynı şeyleri hissediyorum. Bu şehrin çıkışı var mı, bilmiyorum. Bu şehir aynalarda tekrar tekrar yaratıyor kendini. Ama asıl derdin ailen değil mi? Onlara yaranamadın bir türlü. “Sapsız bir baltadan bahseder hep babam. Kendince beni tanımlar.” diyorsun ya, bittim işte orada. “Annemin dövünmesi duyulur sonra. Oralarda ne işi var, gelsin buraya diye ağlaşır annem.” diye de eklemişsin. Zannetme ki bir tek senin öykün bu. Hepimiz anne babalarımızın bize biçtiği hayatları yaşamıyor muyuz? Onlara yaranmaya çalışarak, bazen sırf bu amaç için onlardan kopup uzaklarda arayışlar içine düşerek vazgeçmiyor muyuz kendimizden? Mutluluğu çok para kazanmada, statüde, pırıltılı bir hayatta bulabileceğimize inanmış onlar. Onlara da öğretilen bu değil mi? Ama sen sana dayatılan bu yaşamı kabullenmiyorsun. Bu yönünle imrendim sana. Bir başkaldırı bu, herkesin tecrübe etmesi gereken bir başkaldırı. Bize işaret edilen o ideallere ulaştıkça mutluluktan uzaklaşıyoruz oysa. Harıl harıl işleyen bir sistemin çarklarından biri oluyoruz sadece. Ruhsuz, tutsak…
Toplumu oluşturan bireylerin aymazlığından da söz etmişsin hikâyende. “Yapabilirim sandım.” diye başlıyorsun söze. “En uzağında kalabilirim düzmecenin…” Ah, o kadar zor ki. Herkes gibi olmak, senin de dediğin gibi bu irinli suda, sıradan yaşayışlara doğru sürüklenmek. Bildiklerimizden cayabilseydik belki başarırdık bunu, bir ihtimal…
Ailenden uzaktasın, yalnızsın. Yaşadığın, tanık olduğun şeyleri kimselere anlatamıyor, kimselere soramıyorsun. Aşka tutunmaya çalışıyorsun belki ama aşk da bu kargaşanın içinde yitip gidenlerden biri değil mi? Neden uzakta ve neden yalnız olduğunu düşünüp duruyorsun ya, kendine yanıtlar bulmanın imkânsızlığı da bu kargaşaya dâhil.
“İnsan kökünü illa ki saplamalı toprağa, öyle mi?” İtiraf etmeliyim ki bu cümle çok sarstı beni. O kökü o toprakta tutabilmek için çırpınışlarımız… Ben de yaşadım bunları, dedim ya çok benziyoruz birbirimize. Haince kurulmuş bir makinenin durmaksızın dönüp duran tamburunda dengede kalabilmek için birilerine tutunmak, belki birilerini ezmek gerekiyor. Kime, neye peki?
“Söyleneni yaptım. Söylenmeyip sezdirileni de. Yasak olanı lanetledim.” Ah, hep uyumlu bir insandın oysa sen. Kabullendin… Kabullendirildin aslında. Toplum yoluyla, değerler yoluyla, kalıplar yoluyla. Kaçıyorsun demek sık sık. Sokaklara atıyorsun kendini, içerdeysen de -kaldığın pansiyonda- uykuya sığınıyorsun. Bilirim bu halleri. Bu şehir… Bu şehri de biz yarattık, bu şehrin lanetini de.
O tuhaf gece var ya, o gecede yaşadıkların… Bilmediğin sokaklardan birinde karşılaştığın, o hırpani adamı gördüğün gece. Sokakta uzanan evlerin her birinin bir eşi daha vardı hani. “Her binadan iki tane vardı bu sokakta, neredeyse ikizi gibi, simetrik konumları. Çok tuhaftı. Daha da tuhafı karşımda dikilen o adamdı.” Tam burada, “Bir ayna!” diye haykırdım içimden. Seninle birlikte o sokakta, o aynanın karşısındaydım ben de. Adamla birbirinizin üzerine doğru yürüdünüz ve çarpıştınız. İkinizin de alnı kanadı. Sen, o an anladın işte gerçeği. Şehir, dev aynalarla çevriliydi ve o aynalarda kendini çoğaltıp duruyordu her daim. Ben de bir aynanın karşısında yazıyorum sana bunları, aynalarda çoğalarak. O aynalarda durmadan kendimi seyrederek. Seyredenle seyredilenin kaynaşmasından doğan bir bunalım belki de hayat dediğimiz şey. Her şey bir yansımadan ibaret. Boş, anlamsız ama bir o kadar da gerçek. Gerçeğin en sert, en kırılabilir hali. Şehirle birlikte biz de sıkıştık o aynaların arasına. Keşke ben de senin gibi haykırabilseydim şu an aynaya: “Hey, sana söylüyorum, yıkıl önümden. Bu zahiri şehre hapsedemezsin beni”
Sen isimsiz kahraman, ne güzel anlatmışsın kendini, beni, insanı, şehri, koca bir dünyayı ve insanın o koca dünyadan tekrar kendi içine dönüp oraya saplanıp kalışını… Ben de senden güç alarak yazıyorum şimdi. Haklısın. Kırabiliriz onu. Bu inancımla, seni bulma isteğiyle yazıyorum sana. El birliğiyle o aynaları kırmak için. Yoksa aynada çoğalıp dururken azalmaya devam edeceğiz ayrı ayrı yerlerde.
Aynada Çoğalırken Azalan
Veysel Kobya yazdı: Demir Çağında Dilin Kullanımı ve Dokunma Duyusunun Yitimi