Hayal aynanın karşısına geçti. Sigarası küllükte kendi kendine yanıyor. Yansın… Rujunu sürecek şimdi. Dudaklarını kırmızıya boyayacak. Yıllar önce duyduğu bir cümledir bu rengi terk edemeyişinin nedeni. “Kırmızı ruj ne yakışmış böyle!” Kaç yıl geçti üzerinden? Enver’in gençlik sesi var bu cümlede. Hayal’in güzelliği, siyah beyaz bir acının soluk izleri… Enver’in sözlerini ne zaman aklından geçirse kıyıda köşede kalmış bir İstanbul bulur mutlaka. O eski şarkılar çalınmaya başlar; tavernalar, plajlar yeniden açılır ve şehrin yemyeşil tepeleri çıkar meydana.
Sigara dumanını, duvarda nicedir hep aynı perşembeyi gösteren takvimi ve pencereyi çiçekleriyle örten perdeyi aynadan izliyor. Odasında üstü kapalı bir telaş var. Çoğalmak için can atan bir oda bu; azalmaya ant içmiş bir kadının uyanışına tanıklık edecek. Bu gece belki barışır odasıyla. Burada yalnız uyumayacağına dair söz verir ona. Perdeleri bir daha hiç kapatmayacağını söyler.
Sigarası sönmüş. Nikotinden titreyen ellerine rağmen tek seferde, hiç taşırmadan sürdü rujunu. Aferin Hayal! Becerdin. Güzel oldun. Ayna ile birbirlerine yaklaşıyorlar. İlk kez bir ayna tarafından izlendiğini duyumsuyor. Ona dünyanın en güzel kadını kim, diye soracak birazdan. Aynanın gözleri Enver’in gözlerine dönüşecek. Sensin… Duyacak. İkna olacak. Hiç hesapta olmayan şeyler olacak belki. Eski bir sevişmeye rastlayacak aynada. Enver’in camdan elleri gezinecek bedeninde. Genç kızlığını bulup onu zamanın karanlık tarafından kurtaracak ve üzerindeki kalın örtüleri bir bir kaldıracak.
Yıllardır vitrinde duran kadehlerden birini alıp şarap doldurdu. Enver’in anılarını saklayan karton kutu sehpanın üzerinde. Kapağında Kız Kulesi, çalakalem çizilmiş martılar… Kadehini kutunun yanına bıraktı. Özellikle. İçki içtiğini Enver’e göstermek istiyor. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını kristal bir kadehle anlatmaya çalışıyor. Hava sıcak. Bunalıyor. Salonda biraz daha oturursa duvar kâğıtları gibi solmaya başlayacak. Kadehini ve kutsal emaneti saydığı kutuyu alarak balkona çıktı. Balkonun ışığı yanar yanmaz lambaya pervaneler üşüştü. Sokak sakin. Ihlamur kokusu… Kutunun içinde yıllardır kâğıt üzerinde yaşanan bir aşk. Enver bir ağaca yaslanıp dururken, Enver gülerken, Enver dalgın dalgın denizi seyrederken… Sepya Enver. Gazete sütunlarında adı geçmiş, mimlenmiş Enver. Başlasam mı? Biraz daha… Kutunun kapağını açacakken vazgeçti. Gecenin tadına varmalı önce. Boşuna mı giyinip süslendi böyle? Dekoltesini daha da açmak, eteğini kalçalarına dek sıyırmak, sarhoş olup balkonda dans etmek, sokaklara fırlayıp önüne geleni öpmek istiyor. Gece uzun. Belki Celil’e giderim. Yok artık, bu saatten sonra… Ne varmış canım saatte? O da yalnız başına oturup durmuyor mu evde? Komşuluk vazifesi diye de her işime koşuyor. Niyetini anlamıyorum sanki. Ama Allah için hoş adam… Bırakacağım kendimi artık. Ne olursa olsun. Kırklı yaşlardayız diye yastık gibi kenarda mı duralım? Zaten yeterince geç kaldım. Bir sarhoş kahkahası çınladı sokakta. Kol kola girmiş iki delikanlı. Biri diğerinin üzerine yıkılıp duruyor. Kırıtıyor mu o? Bana ne. Kırıtsın, istediğini yapsın. Herkes gönlünce yaşasın. Ben susayım, yutkunayım, korkayım… Yok! Kapandı o devir. Celil kapısına kitap bırakanın ben olduğumu anlamış mıdır acaba? Dünden beri de görünmüyor ortalıkta. İnsan bir teşekkür eder. Şiir kitabı bu… Hem de İlhan Berk. Ah, Enver ne çok severdi onun şiirlerini.
Bütün adamları Enver’e benzetince ne geçecek eline? Bütün adamlar… Hepsi Samatya’da doğup büyümüş olsun, hepsi İlhan Berk’i sevsin, Enver gibi koksun, Enver gibi konuşsun… Ah Hayal! Kaçtı o, kaçtı. Elin memleketinde yepyeni bir hayat kurdu kendine. Keyfinden mi? Neler çekti kim bilir? Bir insan sırf güzel şeyler düşledi diye bu kadar acı çekmemeli.
Enver yumruğunu havaya kaldırdığında Hayal’in içinden kuşlar havalanırdı. Öfkeliyken o kaşlarını çatışı, bitmeyen umudu… Adresi gizlenen evlerde, vapurlarda, sinema kuyruklarında, okul bahçelerinde yapılan konuşmalar, anlatılanlar… Olmadı Enver. Gel de neden olmadığını konuşalım uzun uzun.
Şehirler gece on iki sancılarıyla inlerken Enver sokaklara çevrili namluların arasından kayıp gitti. Tank göçükleriyle dolu caddelere yeniden asfalt dökülürken o Avrupa haritasında bir yerlerdeydi. Onun sebebi, Hayal’in sebebi. Düşündükçe deli oluyorum. Başka kadınları sevmiş midir oralarda? Beni unutmuştur kesin. Ya o gün yaşadıklarımızı? Ne güzeldi… Zerre pişman değilim. Şimdi olsa aralarına bile karışırdım vallahi. Enver’le omuz omuza… Ne demezsin. Benden âlâ korkak mı var? Şair mair de tanımazdım ben. Hep Enver sayesinde… Aman düşün dur. Hep aynı şeyler. İyi ki gitti. Gazetelere bile düşmüştü adı sonunda. Aranan bir adamla, kaçak göçek nereye kadar… Başına neler gelecekti kim bilir. Annem, babam derken şimdi bir de onun için kabristana gidiyordum belki. Ne bileyim… Gelse şimdi, o günü yeni baştan yaşasak. Bugüne kadar Enver’den başkası olmasın, dedim de ne oldu? Armudun sapı, üzümün çöpü derken evde kaldık. Hiç olacak iş mi? Bu güzellik, bu boy pos… Bak işte, annem de toparlanıp gitti. Yapayalnız kalıverdim.
Evlerin pencereleri sarı ışıkları ile karanlığı kanırtıyor. Perdelerde yorgun gölgeler. Kim bilir neler konuşuluyor şimdi evlerde? Kanepede kaykılmış adamlar canlanıyor Hayal’in gözünde. Ellerinde toz beziyle koltuk kenarına ilişmiş, her an kalkacakmış gibi oturan kadınlar. Zihnindeki kadınlar bile hep eğreti. Yerleşememiş, yerleşmekten korkmuş. Hep o kaykılmış erkekler yüzünden. Sen de kendini bir adam yüzünden mahvetmedin mi Hayal? Ama o diğer adamlara benziyor muydu? Yapma şimdi. Ona da kendine de haksızlık etme. Rujum bulaştı mı ki?
Deli Nuri geçiyor balkonun altından. “Nuri! Nasıl olmuşum? Güzel miyim?” Nuri bir süre aptal aptal etrafına bakındıktan sonra sesin yukarıdan geldiğini anladı. Sorduğuma inanamıyorum. Nuri mi deli ben mi? Hayal, sokak lambasının soluk ışığında bile onun yüzündeki şaşkınlığı seçebiliyor. Daha mı şaşırmasın? Ellerini korkuluğa dayayıp yarı beline dek sarkmış, kırmızı dudaklı, süslü püslü bir kadın kendisine sesleniyor. Ne zaman korksa ya da bir şeylerden çekinse hart hart kaşınır; yine başladı kaşınmaya. Bir eliyle de omzundaki radyoyu tutuyor sıkı sıkı. Şuna bak. Nasıl da kaçıp gitti. Hay Nuri! Güldürdün beni.
Tekrar yerine oturdu. Tahta taburenin bir ayağı oynak. Geri gider gibi olunca ufak bir çığlık attı ama kimse duymadı. Balkondan düşsem bile umursamazlar zaten. Üzerimden atlayıp yollarına devam ederler. Vaktiyle biz bu sokaklarda neler gördük. Celil’i çağırmalı yine. Mutfak kapısı kapanmaz oldu. Tamirci mi bu adam? Bahaneye bak sen. Yok, niyeti bozacağım ben. Elime erkek eli değmeyeli kaç yıl oldu. Şu fotoğraflardan, gazete kesiklerinden başka sırdaşım bile yok. Ama hepsini yırtıp atacağım işte. Ayrılıyoruz Enver. Hazırla kendini.
Balkonda gezdirdi gözlerini. Tozlu fayanslar, boyaları dökülmüş korkuluklar… Buranın çiçek bahçesi gibi olduğu zamanları anımsadı. Menekşeler, begonyalar… Ne çok ilgilenirdi onlarla. İçinden gelmiyor artık. Çiçeklerden bile zevk almaz oldu. Körelttikçe köreltti kendini. Balkonun demirleriyle beraber paslanıyor günden güne. Duvar kâğıtlarının desenleri arasında kayboluyor. Ölse, fark edilmeyecek. Fark edilse bile bu sefer de kapıyı kırıp eve girenleri görünmez bir cesedi aramakla uğraştıracak. Böyle devam etmez bu. Bir dur demek lazım artık. Tam kutuyu açmak üzereyken kapı çaldı. Boş bulunup sıçradı olduğu yerde. Hay aksi! Kadehi de devirdik iyi mi? Battı ortalık. Kutuya gelmedi neyse ki. Gelse ne olur? Hâlâ…
Kapıya koşup delikten bakınca kalbi hopladı. Celil… Neden geldi ki bu saatte? Şükür ki kılığım kıyafetim yerinde. Kapıyı açarken elleri titredi ama heyecanını belli etmemeye çalıştı. Celil’in yüzünde kederli bir gülümseme, elinde İlhan Berk’in şiir kitabı. “Bunu sen bıraktın değil mi?”
Cevap vermedi Hayal. Bu suskunluğun evet anlamına geldiği anlaşılmış mıdır acaba? Siyahlar da ne yakışmış. İçeriye alacak mıyım? Herhalde! Davet etmemek olmaz şimdi. Ama Enver? Resimler? Yırtılacak zaten onlar, boş ver! Bak belki de bu bir işarettir. Tam da eskilerden kurtulmaya karar verdiğim gece… Oh, yeni hayatımıza yelken açalım bakalım.
Nicedir kimseyle karşılıklı içki içmemişti Hayal. Celil’e şarap koyarken eli ayağına karıştı bu yüzden. Elinden şişenin kayıp gideceğini zannetti. Ee, bakışacak mıyız? Neden sohbet etmiyoruz? Bir şeyler yapmam lazım. Soluğumu düzene sokamadım hâlâ. Peynir! Evet, iyi gider şarapla. “Peynir de getireyim.” Celil arkasından bir şeyler söyledi ama anlamadı. Gerek yok mu dedi? Neyse… Hayal’in derdi kaçıp sığınmak. Kutu… Kutu balkonda kaldı. Şarap da yayılmıştır iyice. Üzerine gelirse… Hava da iyice mi ısındı ne? Mutfak perdesinin ucundaki püskülleri sayıyor. Bırak şimdi… Adam içerde.
Elinde peynir tabağı ile salona döndü. Halime bak! Yeni gelinler gibi… Muhabbetin ucundan yakaladılar sonunda. Konuşmaya ilk kim başladı, hatırlamıyor Hayal ama Celil anlattıkça anlatıyor. İş yerindeki sıkıntılardan bahsedip duruyor. Bana ne! Dertleşmeye mi geldin? Kendini teselli edecek birilerini arıyormuş… Al işte, hiçbir zaman özel olamadın Hayal.
Hayal o kadar tedirgin ki Celil’in cümlelerini seçemez oldu. İçindeki sesle onun sesi birbirine girdi. Hayal ne kendini ne de onu duyabiliyor artık. Utanıyor. Celil elindeki kadehi bırakıp onun yanına geldiğinde iyice büyüdü tedirginliği. Sevimsiz, garip bir heyecan. Hayır olmasın! Hiçbir şey olmasın. Olsun! Bu değil miydi istediğim? Hoşlanıyorum işte. Bunca yılın birikimi… Ne yani, patlasın mı? Birikimmiş… Celil’in soluğunu hissediyor boynunda. Zar zor yatıştırdığı kalbi yine gümbür gümbür. Bakamıyor onun yüzüne. Bakmalı mıyım? Soruyor musun yani Hayal? Soruyorsan olmaz bu iş. Kendiliğinden olmalı her şey. Hesapsız, kitapsız. Tıpkı Enver’le olduğu gibi. İçi kıpır kıpır. Göğsünde parlayıp sönen alevler var sanki. Celil merhamet dilenen bir çocuk gibi başını Hayal’in göğsüne yaslayınca bu alevler dev ateş toplarına dönüşüp koltuk altlarından, yüzünden dışarıya fırlamaya başladı. Hayal’in göğsü inip çıktıkça onun da başı bir iniyor bir çıkıyor. Tepeden tırnağa ürperirken gözlerini kapattı Hayal. Enver bu. Sıcağını hissettiğim bu adam Enver. O işte. Başkası değil. Onun saçlarını okşuyorum. Genç kız oldum yeniden. Ya annem gelirse, basarsa bizi? Babama anlatır hemen. Dur anne, demek istiyor. Beni dinle önce. Çok seviyorum ben bu adamı. Sen korkuyorsun ondan ama bir yakından tanısan… Şöyle bir anlatıverse sana mücadeleyi, sevmeyi… Onun inandıklarına sen de inanırsın. Hayal Enver’e sarılıyor. Sesini duyuyor onun. “Gitmek zorundaydım Hayal. Biliyorsun.” Susturuyor onu. Dudaklarına dokunduruyor parmağını. Dudaklar yok oluyor. Hayal yok oluyor, Enver yok oluyor. Buz kesti içi. Ortalık toz duman. Göz gözü görmüyor. Celil’i hafifçe iterek uzaklaştırdı kendinden. Az önceki gibi yine karşı karşıya, hiç konuşmadan kadehlerindeki şarabı bitirdiler. Bozuldu mu? Sanki… Biraz. Bozulmasın mı? Ben bile bozuldum kendime. Korkak Hayal. Korkaksın işte sen. İçi sıkılıyor. İhanet etmiş gibi hissediyor kendini. Sadece Enver’e değil. Hayatına, geçmişine, sakladığı gazete kupürlerine… Ben kim, aşk yaşamak kim. Kurtulacakmışım, yeni bir hayata yelken açacakmışım. Gördük nasıl açtığını.
Celil gider gitmez balkona çıkıp dökülen şarabı sildi. Kendi kanını siler gibi. Kutu ıslanmamış. Anlaşıldı. Yapamayacağım. Kıyamayacağım bunlara ben. Unutamıyorum Enver’i. Vazgeçemiyorum. Ruh hastasıyım belki, zavallıyım ama ne yapayım? Kutunun kapağını açıp en üstteki resmi aldı. Ah Enver, ne güzel gülmüşsün. Bir bankta oturmuş. Ardında o tertemiz, o sade İstanbul. Üzerinde balıkçı yaka kazağı. Ne yakıştırırdım bu kazağı ona. Bordoydu rengi, hatırlıyorum. Resmin siyah beyazlığına inat, hatırladığı tüm renkleri yeniden yerleştiriyor Enver’in üzerine. Enver canlanıyor. İstanbul yeniden İstanbul oluyor. Nerelerdesin şimdi Enver? Neler yapıyorsun? Geliversen. Bir de bu yaşımızda sevsek birbirimizi…
Ayşegül Kaya öyküsü okumayalı uzun zaman olmuştu. Ah Enver, geliver/sen!