Mehmet Özçataloğlu: Edebiyat dünyasında ilk olarak deneme ile boy gösterdiniz. Sonra öyküler geldi, sonra günlük tarzında “Run Gülüzar Run.” Çocuk edebiyatı da arkalarından… Son olarak “Keşke Koleksiyoncusu” adlı roman da gelince, acaba sırada şiir mi var diye düşünmeden edemedim. Olabilir mi gerçekten? Ve şiir demişken nasıldır şiirle aranız?
Ayşegül Kocabıçak: Ortaokul lise zamanlarında amatör olarak yazdığım şiirlerim ve şiir defterlerim vardı ama orada kaldı. Şiir yazmak edebi türler arasında en zor olanı ve en çok cesaret gerektireni bence ama okumayı çok severim. Aynı yıllarda Nazım Hikmet, Ümit Yaşar Oğuzcan ve Attila İlhan hayranıydım. Sonra üniversite yıllarında Ahmet Telli, Pablo Neruda, Samuel Beckett, Gülten Akın, Didem Madak benim için çok kıymetliydi. Şimdi eskisi kadar sık olmasa da zaman zaman açıp okuduğum zaman keyif aldığım bir tür.
Mehmet Özçataloğlu: Kitabın yazılış hikâyesi denir diye sorsam?
Ayşegül Kocabıçak: Kitap Dicle ve Fırat nehirlerinin coğrafi konumlarından ve mitolojik hikâyelerinden doğdu. Kitapta da bahsettiğim gibi,
“… Tarih boyu tüm hikâyelerde nehirler hep kutsaldır, değerlidir, çünkü bulunduğu topraklara hayat verir, yaşamı başlatır, renklendirir. Fırat, bu nehirlerin en kutsalı. Öyle heybetli öyle deli, öyle gururlu. Ne yaşasa içinde yaşar, Dicle’ye sevdalı.
Her gün Dicle’yi görür uzaktan, uzanmak ister uzanamaz, delirir, köpürür, taşar. Hastalar şifa umar ondan, dertliler deva. Dileği olanlar yedi taş alır ellerine. Her taşa bir dua okuyup fırlatırlar Fırat’a. Fırat ise kendi derdinde, bir tek Dicle’ye hayran. Ona görünebilmek için dağları aşar, köprüleri yıkar, kendini kıyılarına çarpa çarpa Dicle’ye yanaşmaya çalışır, perişan olur.
Dicle desen nazlıdır, gizemlidir. İnsanlığın ilk çıkış yeridir. Ne medeniyetlere şahitlik etmiş ne aşklara tanık olmuştur. Nazlı nazlı, utangaç utangaç akar. Gençler yaz gecelerinde karpuz kabuklarına mumlar yakıp bırakırlar Dicle’ye. Mumların ışığı sularında süzülürken kenarında fısıldaşan âşıklara göz kırpar Dicle. Herkes elini eteğini çektiğinde ise Fırat’a bakar, gözünü kulağını dört açıp onu dinlemek görmek, ondan gayrısına kör olmak ister. Doğdukları andan beri birbirini arayan bu iki kutsal nehir sabırla umutla asırlar boyu birbirine uzanmak için akar. Aynı yönde birbirine yakınlaşarak ve en sonunda…” Bu satırlar ilk yazdığım satırlar olabilir. Hele ki onca zaman birbirlerine paralel akmalarına, binlerce kilometre verimli ve kutsal toprağı birlikte aşmış ve kavuşamamış olmalarına rağmen en sonunda kavuştukları yerin bataklık olması da beni çok etkilemişti.
Mehmet Özçataloğlu: Bugüne dek çocuklara yönelik olanlar hariç diğer kitaplarınızda ‘kadınların yaşadığı sorunları’ konu etiğinizi gördük, okuduk. Özel olarak ilgileniyorsunuz bu konuyla sanırım. Neler söylemek itersiniz bununla ilgili olarak?
Ayşegül Kocabıçak: Türkiye’de yaşayan ve az çok farkında olan bir kadının kadın sorunlarına duyarsız olması imkânsız geliyor bana. Özel ve aktif olarak kadın sorunlarıyla ilgilenen biri değilim -henüz- maalesef ama edebiyatı insanlara ulaşma aracı olarak gören biri olduğum için yazdığım her metinde kadınlarla ve sorunlarıyla ilgili mesaj vermeye çalıştığım doğrudur.
Mehmet Özçataloğlu: Keşkeleri çok olan bir insan mısınız/ yazar mısınız?
Ayşegül Kocabıçak: Değilim aslında. Keşkeleri çok olan insanlar hareket etmeden bekleyenler, çabalamayanlar, gayret göstermeden hayıflananlardır bana göre. Dicle de o kadar uzun süre susup beklemeseydi, bu kadar çok keşke biriktirmezdi. Benim keşke demeye pek vaktim olmuyor çünkü yapı itibariyle çok tezcanlı bir insanım. Aklıma bir şey düştüğü an, en kısa zamanda bir hareket planı yapar ve uygularım ama sonrasında geriye dönüp baktığımda aceleciliğimden dolayı gözden kaçırdığım minik sıkıntılar için “keşke” dediğim zamanlar olmuştur.
Mehmet Özçataloğlu: Keşkelerimiz olmasaydı hayatta nasıl bir yaşantımız olurdu, düşlediniz mi hiç? Tat alabilir miydik yine yaşamdan? Ne dersiniz?
Ayşegül Kocabıçak: Keşkelerimizin fazla olması hayatta an’ı değil dünü yaşadığımızı gösterir ve dünde kalmak demek sürekli pişmanlıklarla beraber olmak, geçmişin üzüntüsünü bugüne taşımak demektir. O yüzden tat vermek yerine acı vereceğini düşünüyorum. “Keşke” egonun ruhumuz üzerinde kullandığı kıymetli oyuncaklarındandır. Keşkeler biriktirmek yerine sonsuz şimdinin ve anın tadını çıkarmak, hayattan daha fazla tat alabilmemiz için yapmamız gereken yegâne şeydir.
Mehmet Özçataloğlu: Kitapta anlatıcılardan biri baykuş. Ve baykuş, Anadolu’da uğursuz bir kuş olarak nitelendirilir. Dicle ile Fırat’ın kavuşamamasını da göz önüne alırsak, bu durumu uğursuzluk olarak nitelendirmek için mi baykuşu seçtiniz?
Ayşegül Kocabıçak: Anadolu ya da Ortadoğu’da uğursuz olarak bilinse de özellikle Roma mitolojisinde baykuş uğurlu ve bilge bir hayvandır. “…Tanrıça Athena, baykuşun bakışlarından, gece görme yeteneğinden çok etkilenmiş ve gece kuşu olan kargayı bu görevden sürerek yerine baykuşu getirmiştir. Baykuş, Athena’nın görmediklerini görüp Tanrıça’yı her daim haberdar etmiştir. Tanrıça’nın kendisine ait baykuşun adı ‘Athene Noctua’ olarak geçer ve Acropolis’in koruyucusu olduğu söylenir. Antik Yunan paralarına baktığımızda üzerinde baykuşu görmemizin bir sebebi de bu kuşun ayrıca ticaret üzerinde bir koruyucu gözlemci olduğuna inanılmasındandır. Rivayete göre baykuşa gece görme yetisini kazandıran, içinden gelen sihirli bir ışıktır.” Ben baykuşları ve baykuş objelerini çok severim. Baykuşlarında uğursuz değil, bilge ve uğurlu olduklarına inanırım. Romanda da tüm karakterleri aynı gözden anlatabilecek farklı bir karakter arayışına girdiğimde ilk aklıma gelen baykuş oldu ve karakterleri onun gözünden kurmak bana çok eğlenceli geldi.
Mehmet Özçataloğlu: Kitapta nörobilim de var Mevlana da… Sentezi gerçekleştirebildiniz mi gerçekten? Ya da sentez olabileceğine inanıyor musunuz?
Gazzali gibi, Mevlana gibi. Mesela Mevlana Mesneviide der ki, “Biçim mevcudiyete biçimi olmayandan gelmiştir, tıpkı dumanın ateşten geldiği gibi.” Ve bunun gibi nice örnek ve… Ne olmuş oldu? Nörobilime geçmiş oldum : ) artık her alanda geçerli olan multidisipliner yaklaşım bence din-bilim alanında da geçerli. Bütün disiplinler özünde hep aynı BİR’i ve birliği anlatıyor. Uzun zamandır kendi iç dünyamda bu BİR’i yaşamak için çabalıyorum. Çabalar da yazılara yansıyor ister istemez…
Mehmet Özçataloğlu: “… Kızları anlayamıyordu bazen. Çok güzel bir günde, o günü ölümsüzleştirecek en güzel pozu bulmak o günü yaşamaktan daha önemliydi bazı kızlar için. Anı ölümsüzleştirirken mutlu görünmek. Son zamanlarda mantar misali çoğalan alışveriş merkezlerinde vakit öldürmek. Bir bardak kahveye sırf adı ve kreması için bir dolu para ödemek. Sonra hep aynı saçlar, aynı makyajlar, aynı giyim tarzları. Birbirinin kopyası bedenler, kopya mekânlar, kopya ve düşünmeyen, üretmeyen, tüketen beyinler…” Satır arası sert bir eleştiri var burada. Siz nasıl görüyorsunuz bugünü ve geleceği?
Ayşegül Kocabıçak: On beş ve yirmi yaşlarında iki genç insanın annesi olmam nedeniyle gençlerle sık ve uzun birlikteliklerim oluyor ve ben Dicle’nin aksine gençlerin durumundan, bugünden ve gelecekten umutluyum. Çok renkli bir dünyaları var. Bizim bir anda ulaşamayacağımız ve algılayamayacağımız kadar hareketli bir döngüleri mevcut.
Dicle bana göre bir tık daha karamsar bir karakter olduğu için o an ki ruh haliyle böyle düşünmüş olabilir.