Peter Bieri, romanlarında Pascal Mercier takma adını kullanıyor. Felsefe eğitimi almış. Eski diller üzerinde çalışan, ‘Zamanın Felsefesi’ konulu çalışmasıyla doktorasını tamamlayan, çeşitli üniversitelerde felsefe profesörü olarak görev yapan bir yazar.
2004 yılında yayımlanmış Lizbon’a Gece Treni, Avrupada 2 milyon sattıktan sonra dünya ile satış rekorlarına devam etmiş.
Çok satan kitaplara karşı belli bir önyargı varken, roman bunu kırmış ya da istisnai bir örnek olmuş diyebiliriz. Çünkü; dili, yorumu, kurgusu ile has edebiyat, derinliği, eleştirileri ve sorgulama yaptığı başlıklarıyla iyi bir felsefik roman. Siyaset, aşk, baba-oğul, anne-oğul, dostluk, ihanet, işkence, din ve dinsizlik. Tema yelpazesinin genişliği ve her bölümde yeni bir karakter katılması sayesinde beslenerek gürleşen bir ırmak gibi akıyor roman.
“Gitmenin ne demek olduğunu bilmeden” çıkış kapısına ilerlerken kahramanımız, aynı zamanda yaşamını hayat yapacak adımları da atıyor.
“Hayatımızın gerçek yönetmeni rastlantıdır –gaddar, acımasız ve büyüleyici bir cazibesi olan yönetmen” Kurgu bu rastlantılar üzerine kurulu. Romanı okurken Unamuno’nun Sis romanındaki “Rastlantı dünyanın gizli ritmidir” cümlesi hafızamızdan yıldız gibi kayıyor.
Prado’nun ablasını tasvir ederken “kadından buz gibi hararet yayılıyordu” diyor okumaya keyif katan bunun gibi betimlemeler belleğimizde kalıcı fotoğraflar oluşturuyor.
Kelimeleri ne kadar özenli kullanacağını ne kadar değer verdiğini, Prado’nun kitabının adında haber veriyor bize yazar; “sözcüklerin kuyumcusu”.“ Martın sonu, ilkbaharın ilk günüydü” diyor 21 Mart yerine, mezarlık demiyor “ ölüler şehri” diyor. Bu sarraflık roman boyunca devam ediyor.
Freud, “çok sayıda filozof ve edebiyatçı bilinçdışının özüne yaklaşmıştı” demiştir. Tarihin ve insanın derinlerine inmek için metafor olarak arkeolojiyi kullanmıştır. “onu arkeolojik buluntulara bakarken hissettiği huşu içinde inceliyordu” diyor yazar Gregorius için. Freud’u doğrulayan bu tür cümlelere rastlıyoruz romanda.
“Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir”…
Bunun gibi başlı başına tez konusu olacak aforizmalar çok, ama bu çokluk asla bir değersizlik yaratmıyor hatta anlatıyı ve dili güçlendiriyor.
“Ötekiler senin duruşma salonundur” Lacan’a gönderilen selamlardan ve Prado’nun yaşam felsefesini oluşturan cümlelerden birisi.
Romanda fiziksel olduğu gibi baştan sona içsel ve zamansal yolculuk var. ”Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde”
Bölümler gibi katmanlar da var romanda, bu katmanlar okumayı derinleştiriyor.
Notlar, kendi hayatı, antik döneme düşsel yolculuklar ve an’ı yaşaması.
İlgili bölümlerden alıntılar şöyle;
“bir yerden ayrılırken geride kendimizden bir şey bırakıyoruz, oradan gitsek de orada kalıyoruz”
“kendilerine özgü kokuları kokladığımızda, sadece uzak yere varmış olmayız, kendi içimizin uzaklarına da varmış oluruz”
Cemal Süreya dizelerinden yardım alarak açıklayayım “Gitmekle gidilmiyor ki, gitmekle gitmiş olamazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır “
“Yolculuk etmeyen insanlara neden acırız?” sorusuna, “dıştan genişleyemeyecekleri için içlerinde de yayılıp genişleyemezler de ondan.” Yanıtını veriyor.
Hayata dair bizim adımıza sorular sorup yanıtlıyor.
“Vedalaşmak, insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir. Başkalarının bakışları altında kendisine arka çıkmasıdır” diyor, benzerine az rastlanır güzellikte ve özgünlükte bir veda tanımı, okuru kendi içinin derinliklerine gönderen yüzleştiren pasajlardan birisi. Bunu Bir Prado’nun notlarında bir de kahramanın yaşadığı anda vurguluyor. Gözden kaçmasın der gibi.
Hayat yolculuğunda, doğduğumuz zaman dilimi, coğrafya, ailenin sosyal statüsü, tesadüfler, rastlantılar yolculuğun seyrini belirler tabii ki, ama raylar da makas değiştirme bilinci bizi istediğimiz yolda yolcu yapar. Gregorisun’un insan ayırımı da felsefik idi;” Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler.”
Okuyan insanlar safında olmaktan ve sizlerle okumaktan mutluyum.