Aytuğ Akdoğan’ın geçen aylarda TEDx’de yaptığı ‘Başarı Hikâyelerinden Çok Sıkılıyorum’ başlıklı konuşmasını çok beğendik ve sizler için birebir deşifre ettik. İzlemek isterseniz linki şu şekilde: https://www.youtube.com/watch?v=Uqmfya3dY7Y
Saçma bulduğum şey de şu: İnsanlara hayal satmak. Ama bunu böyle çok popülist ve klişe bir yerden yapmak. “İste gerçek olsun! Aslansın, kaplansın, yaparsın! Oğlum sen var ya harikasın, inanılmazsın, evrenin sahibisin!” E değiliz. Evrenin sahibi değil, onun kayıtsız kaldığı, aciz ve şımarık bir misafiriyiz. Her şey bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek ve bütün bunlara etkimiz düşündüğümüzden daha az olacak.
Burada da benzer bir kibir hissediyorum hep: “Öyle başardım, şöyle zengin oldum!” Tamam da o kadar parayla ne yapıyorsun ki? Aynı derinliksiz, vizyonsuz hayatına devam ediyorsun. Ya da mesela babasının 50 tane apartmanı var, çıkıp anlatıyor: “Ben şöyle zengin oldum!” Sen emek bile vermedin ki, sen sadece şanslı bir spermdin! Doğru zamanda doğru yerde doğdun ve bu tamamen şansla alakalı bir şey. Zaten tek başarı kıstası maddi olarak sahip olduklarıysa bir insanın, ondan koşarak uzaklaşmak gerekiyor, bence.
Dolayısıyla birinin “nasıl başardım” yerine “nasıl battım” hikâyesini dinlemek bana daha ilgi çekici geliyor, sıkılıyorum başarı hikayelerinden. Çünkü çoğumuzun başına gelecek olan bu, 10’umuzdan 9’u çuvallayacağız ve hayat aslında böyle bir şey. Dolayısıyla burada size gaz verecek motivasyon konuşması yapmak yerine, başarısız olduğunuzda neyle karşılaşabileceğinizi ve ne yapabileceğinizi söylemek bana daha dürüstçe geliyor, daha samimi geliyor. Ki bu açıdan stoa felsefesinin bana baya faydası oldu.
Stoa felsefesi Antik Yunan’da çıkan bir düşünce biçimi, stoik: acıya dayanıklı demek. Özetle söyledikleri şey de şu: Hani biz hep iyiyi, başarıyı hayal ediyoruz ya, onlar da diyor ki ‘Kendini her zaman en kötü olasılıklara hazırla ki, çuvalladığında o kadar da üzülmeyesin’ gibi bir mottoları var. Yeni yıl kutlamalarında, bir tane dayıyla röportaj yapıyorlar, adam şey diyor: ‘Çok şükür kötü günleri geride bıraktık, sırada daha kötü günler var.’ Şimdi o dayı, stoik aslında. O müstehzi bir gülümsemeyle, acıyı kabullenişi… Bu çok güzel gerçekten. Karanlıkta bir kahkaha gibi, güzel bir ters psikoloji. Özetle, acıyı ve hüznü de yaşamak, başarısızlığı da kabullenmek, çünkü oradan öğreneceğimiz çok şey var. Bunu deneyimlemenin önemini anlatıyorlar.
Şimdi… Başarı hikayesi ve Raskolnikov… Düşünüyorum, Raskolnikov’u her sabah 5’de uyandırıp koşuya çıkartsak, dönüşte kalan son rublesiyle bir kadeh içirtmek yerine, ne bileyim yulaf falan yedirsek, ne hikâye çıkar ki ondan? Böyle birini sadece annesi sever! Ya da Bukowski mesela at yarışlarını çok seviyordu, sürekli bahis yapıp hipodroma gidiyordu, gel bu adamı uzun yaşasın diye vegan yap! Amerikan şiirine daha büyük bir darbe vuramazsın!
Zaten bu uzun yaşama merakı da saçma geliyor bana… Arzu ettiğin şey sevdiğin ve tanıdığın herkesi gömmek mi yani? 100 yaşında ve tek başına çok sıkılacaksın… Dolayısıyla önemli olan şey, uzun değil de güzel yaşamak bence. Geçenlerde Ricky Gervais’ın stand-up’ını izledim, orada şu örneği veriyordu: ’20 yaşından 30 yaşına tekrar gitmeyeceksin ki, 80’den 90’a uzatacaksın yaşını.’ E bu da ne kadar hoşuna gider, bilmiyorum abi bana çok ilginç gelmiyor yani…
Ayrıca ben yeni tanıştığım birinin neden daha 5. dakikasında, bir şekilde vegan olduğunu öğreniyorum ki? Bunu her yerde bir şekilde ifade etme gereksinimi duymak, işin felsefesini değil de etiketini sevmek gibi geliyor. Sonra da şu başlıyor: ‘Aa sen hala et mi yiyorsun? Ne kadar cahil ve ilkelsin!’ Bana niye bağırıyorsun ki? Git iklim zirvelerine özel jetleriyle giden insanlara söyle bunu, ne bileyim git Nusret’e bağır! Sanki ben bolluk içindeyim de her gün et, balık yiyorum. Genelleme yapmayayım, hepsi böyle değil tabii ama son zamanlarda böyle birkaç şeyle karşılaştım.
Bir de şöyle bir klişe sekmesi var, ondan da bahsetmek istiyorum: Ferrari’sini Satan Bilge koca bir yalan arkadaşlar! Çünkü o adam size bilgeliği pazarladıktan sonra Ferrari’sini satıp Lamborghini aldı. Yapılan bütün o romantik doğa güzellemelerini saçma buluyorum, çünkü gerçekçi değil. Doğa öyle bir şey değil. Doğa bağımsız ve tekinsizdir. Varoluşu insana adanmamıştır. Onunla uyum sağlaması gereken insandır. Doğa dediğimiz şeyi yazlığındaki 15 metrekare bahçende algılayamazsın. Ona gerçekten kulak verenler, gördüğü her çiçeğin rengine kokusuna şiir yazanlar değil, depreme dayanıklı ev yapanlar mesela, yangınlara karşı önlem alanlar, doğayı gerçekten önemseyen insanlar bunlar. Bu gerçekliği kabul etmek gerekiyor, çünkü bu yüzeysel, romantik güzellemeler yüzünden bir sürü beyaz yakalı köye göçtü ve hüsrana uğradı. Birçok arkadaşım var, köye taşındılar, şimdi çoğu alkolik ve daha da depresyonda.
Söylemeye çalıştığım şey, kendimizi iyi tanımalı ve çevremizi doğru algılamalıyız ki, hayaller ve hayatlar arasındaki uçurum artmasın, o sürüncemede kalmayalım. Dolayısıyla bazı kavramların yeniden sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.”
Sonunda ise şair Metin Altıok’tan şu alıntı yapıldı:
“Sen ki banarsın altın suyuna,
yıllardır bir ziynet gibi kendini;
bırak lağım karışsın bundan sonra kuyuna,
biraz da pislikle sına erdemini.”
Aytuğ Akdoğan kimdir? 1992’de doğdu. Yazar, ilk defa henüz on yedi yaşında çıkarttığı ve Erdal Eren’e ithaf ettiği “Ben Hep 17 Yaşındayım” adlı deneme kitabıyla isminden söz ettirdi. Ardından düzenlemesi ve arka kapak yazısı küçük İskender’e ait olan “Ağladı ve Gözyaşlarını Öptüm” kitabıyla çok satanlara girdi. Bilgi Üniversitesi’nde sinema okuyup kısa filmler çektikten sonra Babala Tv’de ‘Yeraltından Notlar’ isimli kitap programını yazıp sunmaya başladı. Birçok üniversiteden ödül alan programa Flu Tv’de devam edip orayı da sonlandırdı. Son zamanlarda senaryo yazmakla meşgul. Diğer kitapları ise: “Ben, Hiçbir Şey”, “Duvar” ve “Sürgün”