Kasabanın ortasında, zamana meydan okuyan devasa bir saat kulesi yükseliyordu. Kule o kadar eskiydi ki kimse ne zaman yapıldığını hatırlamıyordu. Halk arasında, kulenin içinde yaşayan bir saatçiden bahsedilirdi. Onun hakkında anlatılan hikâyeler, birer masal gibi kuşaktan kuşağa aktarılmıştı. Bu hikâyelerden en yaygını, saatçinin insanların unutulan anılarını saatlere mühürlediğiydi. Ancak herkes onun varlığından korkar, kuleye yaklaşmaktan kaçınırdı.
Elif, genç bir gazeteci olarak bu tür masallara inanmazdı. Fakat bu hikâye, onun içindeki merakı körüklemişti. Kendi geçmişinde kaybettiği bir şeyi arıyormuş gibi, saatçinin hikâyesini araştırmaya karar verdi. Ve yağmurlu bir akşamüstü sırt çantasını alıp kuleye doğru yola koyuldu.
Kulenin kapısı eskiydi ama dimdik ayakta duran bir asker gibi önünde duruyordu. Kapıyı çaldığında yankısı kule boyunca yayıldı. Birkaç dakika sonra yaşlı bir adam kapıyı araladı. Saçları bembeyaz, gözleri ise zamanı bükebilecek kadar derin ve karanlıktı.
“Ne istiyorsun?”, diye sordu saatçi. Sesi aynı anda hem sert hem de yorgundu. Elif merakını saklamadan cevap verdi.
“Hikâyenizi duydum. Bu kulede ne yaptığınızı öğrenmek istiyorum, saat kulesinin sırrını.”
Saatçi onu uzun uzun süzdü.
“Sırlar öyle kolayca anlatılmaz. Ama cesaretin varsa içeri gel.”
Kulenin içi Elif’in hayal ettiğinden bile daha gizemliydi. Tavana kadar uzanan raflarda binlerce eski saat diziliydi. Bazıları altın ve gümüş; bazıları rengârenk, bazıları kömür karasıydı. Saatlerin birkaçı tamamen durmuş huzurlu bir sessizlik içindeyken birkaçının tik takları odayı dolduruyordu. Saatlerin arasında, incecik örümcek ağları vardı. Raflardan birkaçı kırık, birkaçı da şişmişti. Tavan durmadan damlıyordu. Elif saatlere bakarken damlalardan biri bileğine değdi. Bir bombanın infilak ettikten sonraki şarapnel parçaları gibi dağıldı.
“Bu saatler neyi temsil ediyor?”
Saatçi ağır adımlarla elindeki eski bir saatin tozunu silerek konuştu.
“Her biri bir insana ait. Unutulmuş anılar, kaybolan hayaller… Hepsi burada. İnsanlar bazı anılarını taşımakta zorlanır, hatırladıkça acı çeker. Benim işim onların yükünü alıp zamana mühürlemek, onları hafifletmek.
Elif saatlerden birine dokunmak üzereyken saatçi onu durdurdu.
“Dokunma, içine çekilirsin.”
Genç kadın, dikkatle elini çekti.
“Peki ya siz, sizin anılarınız? Onları nereye mühürlüyorsunuz?”
Saatçi bir an sustu. Derin bir iç çekti.
“Benim anılarım zamanın kendisinde saklı. Ama her mühürlediğim anı, ömrümden bir parça alır”, dedi. “Bu kulede geçen her yıl, benim yaşadığım her ânı biraz daha siler.”
Elif günlerce saatçinin yanında kaldı. Onun nasıl çalıştığını izledi, hikâyelerini dinledi. Kulenin derinlerine inip saatlerin işleyişini ve her birinin içindeki hikâyeleri öğrendi. Ancak bir gün rafların arasında dolanırken tanıdık bir saat gözüne ilişti. Dokundu. Gözleri genişledi. Bu saat Elif’in geçmişinde kaybettiği bir anıya aitti: babasıyla geçirdiği son gün.
Elif o anıyı unutmuştu. Ama saat unuttuğu her detayı ona geri hatırlatmıştı. Babasının sıcak gülümsemesi, güneşli bir gün ve yarım kalan bir söz.
Elif saati alıp saatçiye götürdü.
“Bu benim saatim. Ama neden burada?”
Saatçi hüzünlü bir şekilde cevap verdi.
“Bir zamanlar acını hafifletmek için buraya geldin. Ben acılarınla beraber anılarını da aldım senden. Ama şimdi bu saat seni geri çağırıyor. Belki de tamamlanması gereken bir hikâye vardır.”
Tam o sırada kuledeki raflardan biri devrildi. Birkaç saat yere düştü. Camı çatlayan saatlerden siyah dumanlar yükseldi. Saatçi dehşetle fısıldadı.
“Gölgeler serbest kaldı.”
Gölgeler, insanların en karanlık korkularını ve unutulmuş acılarını temsil ediyordu. Kontrol altına alınmadığında insanları tehdit etmeye başlar, eski acıları ortaya çıkarırdı.
Saatçi gölgeleri mühürlemek için kalan ömrünü feda etmeyi planlıyordu. Ancak Elif onun bu fedakârlığı yapmasına izin vermedi.
“Benim anılarımı kullanalım.”
“Korktuğun, hatırlamak istemediğin anıların mı var?”
“Evet. Az önce babamla yaşadığım son ânı hatırladım. O güneşli günü, tamamlayamadığı cümleyi. Onu tekrar al benden.”
Saatçi bir süre genç kadına baktı ve başını salladı.
“Zaman, cesareti ödüllendirir. Ama bu yol, dönüşü olmayan bir yoldur. Babanla yaşadığın son ânı unutmak istediğine emin misin? Hem, buraya gelişini, burada yaptıklarımızı da unutacaksın.”
Elif gözyaşları içinde saatçiye baktı. Ellerini tuttu.
“Eminim. Al onu benden. Ben, babamın son ânını değil, hep elimden tutuşunu hatırlamak istiyorum. Bana şeker alışını, salıncakta sallayışını, bana masal anlatıp alnımdan öpüşünü. Öldüğünü hatırlamak istemiyorum anladın mı? Sanki bir yerlerde ve bir gün çıkıp gelecekmiş gibi hatırlamak istiyorum.”
Elif gölgeleri çekmek için babasıyla yaşadığı son ânı feda etti. Saatçi o ânı mühürlerken gözyaşlarını saklamaya çalıştı. Gölgeler yok olmuştu.
Elif kendine geldiğinde bürodaki masasının başındaydı. Boynu, masada uyumaktan tutulmuştu. Salyaları önündeki kâğıda akmış, yarım kalan kahvesi dökülmüştü. Kolunda babasının küçükken aldığı pembe bir saat vardı. Saate baktı ve bir gün babasını tekrar göreceğini hayal etti.