“Sığındığın her yeri talan eden birisin. Yüzleşeceksin, kaçışın yok,” dedi böğürürcesine.
Fırtına takvimine göre kentte Koç Katımı Fırtınası hüküm sürüyordu. Mendirek, ansızın patlayan sert poyraz yüzünden birbirine girmişti. Denizin azgın köpükler püskürttüğü kayaların biraz uzağında, boştaki eliyle kapüşonunu zapt etmeye çalışırken bağırıyordu. “Truva Atı’sın sen.”
Rüzgârın sağır eden uğultusundan, aniden yön değiştiren sağanakların şiddetli tokatlarından sakınmak için bulabildiği en kuytu köşeye çömelmiş, tüm direncini sağ kulağına sabitlemişti. Ruhunu adeta ortadan ikiye bölen, bozguncu, istilacı, ısrarcı öfkeden hiç hoşnut değildi. Kalabalıklar arasında sesini yükseltmekten, kontrolünü yitirmekten çekindiği için bu lanet olasıca havada herkesin terk ettiği mendireğin ucuna kadar gelmişti. Telefondakinin laf karıştıracağını, rabarbaya kaçacağını, onu bir kez daha durumla hiç alakası olmayan sözlerle oyalayacağını, konuşmanın en kritik ân’ında apaçık çaresiz bırakacağını biliyordu çünkü. Sorulara asla doğru cevaplar vermeyen, meseleleri kaşla göz arasında çarpıtan, insanı durduk yere çileden çıkartan, ağzı kalabalık ve oldukça kurnaz biriydi karşısındaki. Kisvesine büründüğü, müzmin bir şizofreniden çok, bilinçlice seçilmiş mitomani illetiydi. Belki de hayatı boyunca aynı betondan riya bloğunu üst üste dizmişti, yıllar içinde elleriyle köhne gökdelenler inşa etmişti ve kaçınılmaz biçimde kendi yaratısı altında ezilmişti. İnsanın aydınlık yanına dair tatlı dilli cümleler dizmekle, arınma ritüelleri icat etmekle iştigalli bir şairin tekebbüre düştüğü o biricik ân’ın, karşısındakini hınç ve öç diline davet eden bozuk mide ekşimesine yol açacağı kimin aklına gelir?
“Ciğerden değil bir borunun ucundan soluk alıyorsun sanki. Tıpkı bir sineğin trakesi gibi. O zaman sinek ol, kustuğunu ye! Yalanını üstlen!” dedi ısrarla. Camus’nün, düzenin oyununu bozmanın yolunu düzenin kanununa tepkisiz kalmakta gördüğü için hayata karşı tepkisiz kıldığı karakterlerinden biri olmak istemiyordu o an. Hayır. O daha çok, seçimlerin kişiye tepkimesi üzerine kurulan, insani olandan yana taraf tutan, başka dünyalar arama çabasına girmeyen, elindekileri sorgulayan bir Sartre karakteri olmayı seçiyordu. Diğeri için aşırı rahatsız edici bulunan, kabulü imkânsız olan detay tam da buydu: sorgulanmak.
“Tüm taraflar yine de, senin iyiliğin için, her şeye, yaptığın onca saçmalığa, itiraf ettiğin yalanlara, yediğin haltlara rağmen hatanı bir defalık olsun görmezden geleceklerini söylüyorlar. Yüzleş ve kurtul. Sana yapacağım son iyilik bu,” dedi hayal kırıklığını fark etmesini umarak. Kırıktı çünkü, canı bin parçaydı. Nafile. Rüzgâr şiddetini daha da artırıyordu sanki, oturduğu yerde sarsılıyor, telefonunu uçup gitmemesi için daha sıkı kavrıyordu.
“Kendime zarar vereceğim, yetsin artık, gelme üzerime, bitirelim bu konuşmayı. Yüzleşeceğim. Tamam,” dedi telefonun ucundaki.
Beklenen yüzleşmenin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini, olan bitenlerin yüzü olmayanların yanlarına hep kâr kalacağını, riyanın sonsuz riya kopyaları üretebileceğini, canına okumalıklara hoşgörü göstermemek gerektiğini bilmiyordu henüz. İnsanlar ikinci el ihtiraslar uğruna parodileşebilirlerdi, en yakın bilinen dostlar bile kalabalıklaştıkça arsızlaşıp had hududunun dışına koşar adım çıkabilirlerdi, bilmiyordu. Gerçeğin gerçek olmayacak kadar can sıkabileceğini fark edebilecek ruh ikliminde değildi o an.
Kendine zarar vereceğini de hiç sanmıyordu. Çevresindeki herkes tarafından korunaklı sanılan, aksine tek perdelik bir oyunun sahne arkasındaymışçasına, gözlerden uzak, geçici bir delilik nöbeti gibi sürdürdüğü ikili yaşantısı onda kalıcı hale gelen hastalıklar yaratmıştı. Bir zamanlar ara ara başvurduğu yalan söyleme huyu artık arzu etse de yönetemediği, dizginleri boşalmış mizacının en kötü alışkanlığı haline gelmişti. Onunla, onu iyi tanıyabileceği kadar zaman geçirmişti, yine de farkına varamamıştı. Devcileyin bir hayal kırıklığıydı. En çok kendine kızgındı.
“Duyduğun her mesnetsiz hikâyeyi bir daha sorgulamadan, kanunmuşçasına kabul etme, birtakım çirkin isimler takıp insanları karalamaya, haksız yere yüz kızartıcı suçlarla suçlamaya, onlara iftiralar atmaya da yeltenme.” Kısa bir an duraladı. “ Keşke seni hiç tanımasaydım,” dedi son olarak.
Sessizlik oldu. Uzun sürmedi. Söylenebilecek her şey söylenmişti. Telefonu kapattı. Yükseldikçe küçülen ay suretinde bitivermişti konuşma. Bir daha hiç doğmayacaktı belki de onlar için ay. Çocuğunu, gururunun kırılmasına alıştırmak isteyen babanın şuurlu acımasızlığında hissetti kendini. On sekiz yaşın cengaver duygularıyla kuşanmış bir çocuk beklenmedik badirelerle karşılaştığında o keskin gururla ne yapabilirdi? Akla yatkın olsa da gerekte bulunmayan acımasızlıktaydı bu his. Kalktı. Dengesini bulmakta zorlanarak çarşıya kadar yürüdü. Çarşının içine girer girmez kesildi rüzgâr. Metronun merdivenlerinden küf kokan dehlize kayarcasına inerken sıradanlıklarının sıkıntısıyla acayipleşen, altı değil üstü çizilebilen insanlara kendinden bunca vermeyi bir an önce bırakması gerektiği konusunda bir karara varmıştı. ‘Alivelileşme’ diye düşündü. Ona böylesi tatsız bir günü yaşatan tuhaflığın adı tam da bu olmalıydı.