Yerde kuş ölüsü… Caddenin asfaltına yapışmış yüzü koyun. Açılmış kanatları, ezilmiş kuyruğu. Ayrılmış gagası suratından. Yaban güvercini… Sokak lambası, cesedine vuruyor.
Dizlerimi kırıp baktım yüzüne. Ayağa kaldırdım onu. Düzelttim sağını solunu, üfledim tozuna, çırptım üstünü başını. Kanatlarını gerdirip taradım parmaklarımla, şöyle böyle düzeldiler. Kanı, tenine işlemiş. Bir biblo gibi durdu karşımda. Bırakınca yığılıverdi. Bir daha kaldırdım. Bırakmadım. Bir süre seyrettim öylece. Çok güzeldi.
Nejla’yla kamelyada buluşacaktık. Saat dokuzda. Kucağımda güvercin, yürüdüm.
Gündüzün sıcağından sakınanlar, akşam olunca bir bir atıyorlardı kendilerini dışarıya. Kuraklık mevsimiydi. Rüzgâr, nicedir esmiyordu. Yaz akşamı sevimsiz, asık suratlıydı. Parkın fıskiyeleri, görev aşkıyla, döne döne suluyorlardı kuruyan çimleri.
Kamelyaya geçtim. Nejla yoktu ortalarda. Karnıma yasladım güvercini. Okşadım kanatlarını… Yakınlarda bir kedi bizi izliyordu.
Tenha bir park. Üstelik şöyle böyle aydınlık. Nejla’yla beni gören olmaz. Olsa dahi yüzlerimiz seçilecek gibi değil. Parkın ıssız bir köşesine, koca bir ıhlamur ağacının altına yapmışlar kamelyayı. Sevenleri düşünen belediye başkanları da mı var acaba? Aslında bıktım Nejla’yla gizli gizli buluşmaktan. Seneye bitsin istiyorum bu iş. Sevdiğiyle uyanıp sevdiğiyle uyumuyorsa insan, aşkın tadı tuzu mu kalır! Bilmem ki kim kutsamış şu uzaktan sevmeleri, gurur dolu aşkları… Sevgili dediğin, dizinin dibinde olacak.
Birkaç dakika sonra o yumuşacık, narin ses:
“Ben geldim.”
Bir peri gibi beliriverdi yanı başımda.
“Hoş geldin güzelim! Gel, otur.”
Oturduğum bankın altına bıraktım kuşu, incitmeden… Eğilmişim de ayağımı kaşıyormuşum izlenimi verdim.
“Nasılsın?” dedi Nejla.
“Aynı… Sende ne var ne yok?”
“Pek iyi değilim…”
Oturdu. Yüzü düştü. Başını öne eğdi. Güvercini görecek diye endişelendim.
“Hayırdır kuzum, ne oldu?”
“Her zamanki meseleler…”
“Yine ne oldu?”
“O teröriste kız vermem dedi babam.”
Sustum. Demek sonunda babası da duydu. Bu iş böyle yürümez. Kaçırmak lazım kızı. Evet… Ama şu zamanda… Sene olmuş 2022. Dayımın otuz sene önce köyden kaçırdığı kız misali… Yok, daha neler! Uygun bir dille ikna ederiz ailesini.
Kaçmak… Saçmalık… Yani şimdi alsa Nejla eline bohçasını, vardım sana dese, kendi rızamla geldim, kaçır beni dese güle güle bir hâl olmaz mıyım? Babası da adamlarıyla birlikte peşimize düşşün, tam olsun bari.
Dayımın peşine düştülerdi o zaman. Soluğu şehirde, bir otelde almıştı yengemle. Ama yakalayamadılardı. Sonra da unuttular. Birkaç yıl geçince dayımın kocalığını resmen tanıdılar. Ne yapsınlar!
Biliyorum, gerekirse kaçırırım da Nejla’yı, gözüm karadır benim. Mayamda var, yok değil. Kim kurtulmuş kültürel kodlarından da ben kurtulayım. Bir anda kenar mahalle kabadayısı kesilmek, benim için işten değil. Kızın babası peşime adam taksa benim elim armut mu topluyor sanki! Of… Sıkıldım iyice.
“Kızım, deseydin ya! Memleketini seviyor diye!”
“Nasıl diyeyim? Babamla konuşamam öyle şeyleri. Çekinirim.”
“Annen deseydi?”
“Annem de korkusundan susuverdi. Babama laf geçiremez kimse.”
Laf geçiremezmiş. Sanki ordu komutanı! Bizim Feylosof Nuri haklıydı mıydı acaba? Evlilik dediğin saçma sapan bir sözleşme miydi? Hiç bu nikâh düğün işlerine bulaşmasam mı? Birkaç eşimizi dostumuzu çağırıp birlikteliğimizi ilan mı etsek… Aileler karışmasın. Ne gram altın, ne takı seti, ne düğün pilavı…. Üstelik para tuzağı fotoğraf albümlerine de gerek kalmaz. Kendimize küçük bir ev tutar, içini de yavaş yavaş, paramız oldukça döşeriz. Ailesinin pahalı ev eşyaları takıntısından, elaleme satacakları cakadan da kurtulurum. Offf… Bunaldım, terledim iyice. Nejla meselesi ömrümden ömür alacak. Kafayı yemesem bari!
“Hayır, neyimi görmüş de terörist ilan ediyor beni? Tanımıyor ki…”
“Nereli olduğunu duymuş…”
“Anladım. Tanrı’nın beni doğurttuğu yeri beğenmemiş anlaşılan. Gitsin, Tanrı’yla kavga etsin baban, benden ne istiyor?”
“Bilmiyorum Ozan. Burada sizin oralılara böyle bakıyorlar işte!”
Terliğimden taşan topuklarımla güvercini yokladım. Yerindeydi. Soğuktu bedeni.
“Üzülme, neyse… Zamanla baban da annen gibi ikna olur! Turşunu mu kuracak! Başkasıyla evlenmezsin, olur biter. Senden vazgeçecek değilim herhalde!”
Yanağına bir öpücük kondurdum. Sımsıkı tuttum elini. Sokuldu yanıma biraz daha. Omzuma yaslandı.
“Bir koku var…” dedi burnunu çekip.
“Ihlamur ağacının kokusu. Ne güzel, değil mi? Bu mevsimde böyle güzel kokular yayar.”
“Hayır, çürük bir koku!”
“Çöpten geliyordur. İstersen başka kamelyaya geçelim.”
“Yok, tamam! Sorun değil.”
Muhtemelen benim güvercinin bedeninden yayılıyor. İyi de ben niçin hissetmiyorum? Burnum da kapalı değil. Allah Allah… Ihlamurun kokusunu alıyorum oysa.
Kedi yaklaştıkça yaklaştı. “Pıstttt…” diye gürledim. Nejla’yı istemsizce itip yerimden fırlayıverdim. Üzerine koştum kedinin. Var gücüyle kaçtı.
“Ozan, sen iyi misin?” dedi Nejla ürkek bir sesle. “Sen kedileri severdin, bu ne tepki?”
“Bu kedi geçenlerde çöp konteynerinden üzerime fırladı. Tanıyorum. Az daha yüzümü çiziyordu. Antipati oluştu galiba!”
“Abartma lütfen! Kedi o…”
Topuğumu güvercine sürttüm. Birkaç sinek dolanıyordu üstünde. Ayağıma konup kaşındırdılar.
“Dans edeceğiz değil mi düğünde?” dedi Nejla.
“Zor… Ama ille de istiyorsan katlanırız çiçeğim, ne yapalım! Başa gelen çekilir.”
“Ama o gün sakın yan çizme!”
“Kızım sen dansı bana dayatıp duruyorsun da senin kültürün belli, ailen belli, düğünde onca insanın hatta annenin babanın karşısında nasıl olur da göğsüme yaslanıp kucak kucağa dans edersin, senin utanman gerekmiyor mu?”
“Ama düğün günü… Özel bir gün. Normal karşılanıyor. Babamlar ayıp saymaz ki…”
“Babanlar da bir garip… Ne ara modaya uydu bunlar? Hiç dans etmedim, bir tek halay bilirim ama senin için öğrenirim, en kötü zorlarım kendimi dans etmeye, üzülme, tamam!”
“Tamam, anlaştık!”
“Ağzına pasta da uzatacak mıyım?”
“Eee gelenek bu! Şimdi herkes öyle…”
Beni başka biri yapacaklar. Sonunda Feylesof Nuri’nin dediğine geleceğim ama dur bakalım. Bu işler, epey sancılı. Toplumla barışık olmayı denedim aslında. Defalarca. Olmuyor anasını satayım. Yapamıyorum. Kız isteme nedir? Pazardan karpuz mu alıyoruz? Hani kalkmıştı başlık parası… Ne diye istiyorlar onca altını? Vallahi de o altınları almayayım, vermezler kızı. Düğün… Ah düğün! Hep o bahşiş koparmaya çalışan yılışık davulcular geliyor aklıma. Dana derisini gerip de yaptıkları davulun üzerine paraları saçacağım, itibarım artacak milletin önünde! Kâğıttan putlarla! Ben putperest değilim. Of… Başım ağrıdı.
“Çok durmayım.” Dedi Nejla. “Bugün erken gideyim. Babam ortalığı karıştırmıştır iyice. Daha da körüklemeyim.”
“Tamam çiçeğim.” Dedim aklım güvercinde. “Hemen git, geç kalma sen!”
“Üzülme, geçer elbet!”
“Sen de üzülme çiçeğim, geçer tabii, geçer!”
Alnına sıcak bir buse kondurdum. Umut yüklenip gitti yanımdan. Bir serçe gibi, seke seke… Ürkek, tedirgin… Etrafına bakına bakına yürüyordu. Hasret damlatıyordu giderken. Bu damlalar, gitgide bir sele dönüştü. Epey çırpındım boğulmamak için.
Güvercini görmediği iyi oldu. Dayanamazdı. Rüyalarına girerdi. Biliyorum. Üzüntüsü haftalarca sürerdi. Hani azıcık yaralı olsa… Götürürdü eve, birkaç gün bakar, iyileştirir, uçururdu.
Güvercinin kokusu gitgide artmış olmalı ama bana gelmiyor hâlâ. Hâlbuki ıslak çimlerin kokusunu da rahatlıkla alabiliyorum. Nejla’nın keskin parfümü bile burnumda. Aklım ermedi bu işe.
Eğilip aldım kuşu. Önümdeki masaya bıraktım. Yığılıverdi. Kaldırdım tekrar. Gagası sarkıyordu. Parmağımla destekledim. İncecik boynunu da dikleştirdim. Düzelttim sağını solunu. Üfledim tozuna…
Uzaklardan davul zurna sesleri geliyordu.