Hikâyenin çıkış noktası anneannemin bir anısı. Bahçede oturuyorduk ve heyecanla
anlatıyordu. İşin tatlı tarafı, anlattıkları üzücü olmasına rağmen bunlardan bahsetmekten
memnundu. Gençliğinden konuşmak, çok uzun zaman önce sahip olduğu bir hayalden
bahsetmek, o hayal kendisinden koparılmış olsa bile, yine de güzel, önemliydi onun için.
Hikâye avcısı değilim, başkalarından dinlediğim ilginç olaylar bende yazma arzusu
uyandırmaz genelde. Ama anlattıklarının içinde, o küçücük hatıranın içinde, beni çok
etkileyen şeyler vardı; insanın bir hayale kendinden ne kadar çok şey koyduğu, onunla
yaşamına kattığı güç, herkesten sakındığı bu küçük odanın değeri ve tabii birbirimizin
arzularına karşı zalimliğimiz. Düşünsenize bir hayat için çok önemli bir dayanak noktasına
saldırıyorsunuz ve yaptığınız nedir diye bakmadan, umursamadan işe gidiyor ya da kahvenizi
içiyorsunuz. Benim heveslere, düşlere, kişinin yaşayamadığı gerçekliklerine de zaafım var
herhalde. Bunların korunması, gözetilmesi gerektiğine inanıyorum.
Tabii yazarlık hevesi bazen işleri mahvedebiliyor. O dönemde bunun hikâye olarak değeri
benim için o kadar büyükmüş ki gerçeği idrak etmekten çok onu süslemeye çalışmışım
yazarken. İşin içine hiç de hoşlanmadığım tarzda bir edebiyat girmiş. Sonuçta yazdığım
şeyden memnun kalmadım ve onu taslakların içinde bıraktım.
Bundan epey zaman sonra anneannemi kaybettim. Hikâyedeki anlatıcının da başına geldiği
gibi bir gün dışarıda bana onu sordular. Teyze nasıl? Öldüğünü söylemek çok zor geldi. Bir
cümlenin içinde her şeyi bitirmek, bütün izleri silmek ve defteri kapatmak.
Pişmanlık çok ağır yük, hele ki ölüm gibi geri dönmenin bütün yollarının tıkandığı
durumlarda; yapılmayanların, yapılamayanların üzüntüsü, onu daha iyi anlayamamak, ona
daha iyi arkadaşlık edememek, onun gerçek sesini duyamamak gibi üzüntüler. Ne vardı yani
şu söylediğine öfkelenmeseydim. Ya da şu arkadaşımla buluşmasaydım da ziyaretine
gitseydim. Onu şuraya götürseydim. Birlikte şunu yeseydik. Daha çok anlatsaydı. Ona
inandığımı daha iyi gösterebilseydim. Çok istediği ama bir türlü yapamadığı bir şeyi yapsaydık
birlikte. Bunların hepsi üzerimdeydi.
Geçmişte beceriksizce mahvettiğim o hikâyeye geri döndüm. Böyle bir kadın yaşadı demek
istedim. Bakın bu kadının böyle böyle hayalleri vardı demek istedim. Yaşamını ele
geçirememişti ama kendisi için daima güzel bir yaşam düşlemişti demek istedim. Nezihe
Dinçkal’ın koşarak gidip aldığı, sevgiyle bağrına bastığı bir kartpostal vardı ve gelip onu
yırttılar demek istedim. Yani ben de tıpkı anneannem gibi dünyaya bir şeyler söylemek
istedim aslında.
Bazen yazdıkça iyice batarsınız. Ve ben zaten kötü yazdığım o metni oynaya oynaya daha da
kötü hale getirdim. İşin içinden çıkamıyordum; yapmacıklık, olmamışlık, beni öfkelendiren bir
şeyler vardı o yazma biçimimde. En sonunda yapmacıklığı ve öfkemi de metne katarak, bir
yandan anneannemin hikâyesini yazarken bir yandan da hikâyeyi nasıl berbat ettiğimi
yazmak çıkış yolu oldu benim için.
Metin okurun önünde (gereğinden) fazla rol kesmeye başladığında, ağzını yaya yaya konuşan
insanlara, kendini bize beğendirmeye çalışan bir süs bebeğine benziyor. İlk yazdığım tam
olarak böyleydi, sinir bozucu. Son haline bakınca, başkaları okuduğunda gerçekten utanç
duyacağım bütün o saçmalıklardan kurtuldum en azından, diyebiliyorum.
Anneannemin Hayvan Yalnızlığı’nı okumasını isterdim. Torunum benim için bunu yazmış
diyerek akrabalara, komşulara, kime istiyorsa ona göstererek övünmesini. Ama en çok da
gençliğini ve o umudu bir kez daha yaşamasını. Üç beş sayfanın yardımıyla kaybettiği
kartpostalın tesellisi olacak bir mutluluk duymasını.
Benim için Hayvan Yalnızlığı hem anneannemin hem de onun namında, hayatı sessizce
yanından geçip gitmiş, düşlerine zalimlik edilmiş, hayvan yalnızlığı yaşamış bütün kadınların
hikâyesi. Ve tabii yazmaya çabalayan, debelenen, kendine bir yol bulmaya çalışan benim de.