AYSUN DOĞAN TERZİ’NİN ÖYKÜLERİNDE PATRİYARKAL NORMLARA DİRENÇ BİÇİMLERİ VE ANLAMIN PARÇALANMASI
Giriş
Feminist yapısöküm, feminizm ve yapısökümcü felsefenin etkileşiminden doğan, eleştirel teoride önemli bir yaklaşımı temsil eder, “yapısökümcü anlam teorisi, ataerkilliğe potansiyel bir direniş” (Balkin, 2004, s. 324) önerir. Bu metodoloji özünde, ataerkil söylemlerin temelini oluşturan yerleşik ikilikleri, hiyerarşileri ve iktidar yapılarını sorgular ve onları istikrarsızlaştırmayı amaçlayarak, “hiyerarşik ve zıtlığa dayalı meşrulaştırma mantığını eleştirmektedir” (Demir, 2014, s. 103). Jacques Derrida’nın temel çalışmalarından yola çıkan feminist kuramcılar, toplumsal cinsiyete dayalı baskıyı sürdüren kültürel, dilsel ve kurumsal çerçeveleri analiz etmek ve bunlara direnmek için yapısökümü kullanırlar. Esra Başak Aydınalp’ın da belirttiği gibi,
çağdaş feminist düşünürler, kadınları kadınlıklarını ve içsel gerçeklerini keşfetmelerini sağlamak için ataerkil baskıdan kurtarmaya çalışırlar, bu bağlamda yapısöküm ikili karşıtlıkları (erkek/dişi, yazı/konuşma vb.) tersine çevirmek değil, tam da karşıtlık fikrini ve onun dayandığı özdeşlik kavramını sorunsallaştırmaktadır. (2023, s. 16)
Derrida’nın düşüncesinde yapısöküm, anlamın istikrarsızlığını ve olumsallığını ortaya çıkaran bir metin okuma ve yorumlama yöntemi olarak, sözün yazıya göre ayrıcalıklı kılınmasına ve geleneksel Batı düşüncesini ayakta tutan ikili karşıtlıklara meydan okur. Yapısöküm, “gerçek mutlak bir doğru olmadığını, özellikle Batı metafiziğinde kesin gibi görünen doğruları farklı açılardan bakarak eleştirmemizi istemektedir” (Yanık, 2016, s. 91). Hélène Cixous, Luce Irigaray ve Judith Butler gibi feminist kuramcılar, dil ve kültürün androsentrik temellerini eleştirmek için yapısökümü benimsemişlerdir. Bu düşünürler, erkek/kadın, rasyonel/duygusal ve aktif/pasif gibi ikili karşıtlıkların, ilk terimi ayrıcalıklı kılarken “ikincil ya da türemiş unsuru” (Rutli, 2016, s. 54) ikincilleştirerek erkek egemenliğini nasıl güçlendirdiğini vurgulamaktadır. Örneğin, Cixous’nun écriture féminine kavramı, dilin fallosentrik yapısını altüst eden bir yazı biçimini savunur. Cixous, geleneksel ifade biçimlerinin ataerkil değerlerle yoğrulduğunu ve kadınların ancak akışkan, transgresif bir yazma biçimini benimseyerek kimliklerini ve deneyimlerini özgün bir şekilde ifade edebileceklerini savunur. Benzer şekilde, Irigaray’ın Lacancı psikanalize dayanan sembolik düzen eleştirisi, dil ve kültürün kadınları öznellik ve eylemlilikten mahrum bırakarak nasıl sistematik olarak marjinalleştirdiğini ortaya koyar. Judith Butler bu eleştiriyi toplumsal cinsiyet edimselliği alanına genişletir. Cinsiyet Belası başlıklı kitabında Butler, toplumsal cinsiyetin doğuştan gelen bir öz değil, toplumsal normları yineleyen bir dizi edim olduğunu savunarak sabit toplumsal cinsiyet kimlikleri kavramını yapısöküme uğratır. Butler’ın yapısökümü, toplumsal cinsiyetin edimsel doğasını açığa çıkararak, bu normları yıkmak ve yeni varoluş biçimleri tasavvur etmek için olanaklar sunar.
Feminist yapısöküm, ataerkil yapıların metinlere ve uygulamalara nasıl yerleştirildiğini inceleyerek bu çerçeveleri ortadan kaldırmayı ve alternatif bakış açıları için alan yaratmayı amaçlar. Edebiyat eleştirisinde feminist yapısöküm, cinsiyetçi hiyerarşilerin anlatıları, karakterleri ve temaları nasıl şekillendirdiğini analiz ederken, felsefi geleneklerde yerleşik olan erkekmerkezli varsayımlara meydan okur ve kadınların kanondan dışlanmasını eleştirir; akıl, nesnellik ve hakikat gibi kavramların cinsiyetlendirilmiş doğasını metinler üzerinden sorgular. Bu kısa teorik çerçeve bağlamında, bu yazıda Aysun Doğan Terzi’nin Gizli Akıntılar ve Düzen Ordusu (2024) başlıklı öykü kitabı incelenecektir. Yazarın, temel sorunsallarını en iyi ifade ettiğini düşündüğüm dört öyküsü incelenerek, öykülerde toplumsal cinsiyetin ve güç ilişkilerinin dil, metin ve anlam üzerindeki etkileri ele alınacak, kadınlık ve erkeklik kavramlarının sabit ve doğal olmadığı, aksine sosyal ve tarihsel olarak inşa edildiği vurgulanacaktır.
Aysun Doğan Terzi’nin Gizli Akıntılar ve Düzen Ordusu (2024) öykü kitabındaki ikinci öykü “Klozet,” gerçek ve düşsel öğelerle örülü bir anlatıdır. Öykü, tuhaf bir dişçi muayenehanesinde başlayıp gerçeküstü olaylarla devam eder. İsmi verilmeyen ana karakter, fiziksel ve duygusal baskı altında, çevresindeki nesnelerin insanlaştırıldığı ya da farklı işlevlerle donatıldığı bir dünyada gezinir. Dişçi muayenehanesi, hızarhane ve market gibi sıradan mekanlar; kolonyadan sabuna kadar gündelik nesneler aracılığıyla grotesk ve ironik bir dönüşüm geçirir. Sonunda karakterin çevresi suyla dolup taşarken, bir klozetin içinden çıkan kasiyerin, kadının eksik alışveriş ürünlerini getirdiği fantastik bir sahneyle doruk noktası yaşanır. Öykü, karakterin iç dünyası ile dış dünyanın çelişkili ve gerçeküstü bir portresini sunar.
Öykü, gündelik yaşamın sıradan mekânları ve nesneleri üzerinden grotesk bir anlatı kurarak bireyin içsel yıkımını ve toplumsal yapıların saçmalığını ortaya koyar. Feminist bir yapısöküm çerçevesinde okunduğunda, öyküde patriyarkal normları sorgulayan bir katmanın öne çıktığı görülmektedir. Öykü, kadın karakterin bastırılmış duyguları, toplumsal rolü ve bedeniyle kurduğu çatışmalı ilişkilerle, feminist eleştirinin temel öğelerine temas ederken, nesnelerin ve mekânların anlamlarını parçalayarak yeni anlam düzlemleri yaratır. Dış dünyanın mekanik ve insanı dışlayan özellikleri, kadın karakterin bireysel çaresizliği ile keskin bir karşıtlık oluşturur. Öykünün açılışı, dişçi muayenehanesinde yaşanan absürt bir durumla başlar; karakterin koltuğu “ideal formdan” (Liman Turan, 2022, s. 71) bir sapmayla groteskleşerek klozete dönüşür ve kadın, fiziksel ve psikolojik bir şiddetin nesnesi haline gelir:
Üzerinde oturduğu dişçi koltuğu beklenmedik bir anda geniş kapaklı, beyaz klozete dönüştü; diş ünitesindeki reflektörse, yuvarlak duş fıskiyesine. Birkaç saniyede üstü başı sırılsıklam oldu. Şaşkınlıktan, olanlara ne bir tepki ne de anlam verebildi. Biri ses tellerini sökmüş de göğsünün üzerine çimento dökmüştü sanki. Karşısındaki dişçinin gözünün içine bakıyordu, onu kurtarması için. Dişçi ise, kadının halini görmüyor, anlamıyor, umursamıyor gibi bu durumu doğal karşıladığını belli eden hareket ve jestlerde bulunuyordu. (Terzi, 2024, s. 15)
Bu sahne, ataerkil yapıların kadın bedenini kontrol altında tutma ve nesneleştirme eğilimini metaforik bir şekilde temsil eder. Kadın, özerk hareket etme yetisi elinden alınarak, sırasıyla tutsak, gözlemci ve maruz kalan bir pozisyonda bırakılmıştır. Dişçi, bu durumda yardımcı olmaktan ziyade, pasif bir gözlemci ve toplumsal sistemin normatif temsilcisi olarak konumlanır. Kadının sırılsıklam hale gelmesi ve dişçinin bu durumu “doğal” bir şekilde karşılaması, ataerkil düzenin fiziksel ve duygusal şiddeti normalleştiren yapısını eleştirir. Kadın bedeninin metin boyunca sıkça öne çıkarılan bir motif haline gelmesi, feminist kuram açısından anlamlıdır. Judith Butler’ın performatif kuramına göre, cinsiyet toplumsal olarak inşa edilen “düzenleyici bir idealdir” (2014, s. 38) ve “bedenleri üretme […] gücüne sahip bir çeşit ürettici tahakküm”dür (s. 8). Öyküde kadının bedeni, toplumsal normlara uygun şekilde hareket edemeyen bir obje haline gelerek bu yapıya meydan okur. Islaklık, hızla değişen mekânlar ve kadının kontrolsüz tepkileri, toplumsal cinsiyet rollerinin dayatmasına karşı bir direnç oluşturur. Kadının kolonya ve sabun gibi nesnelerle olan ilişkisi, temizliğin ve hijyenin kadına biçilen bir rol olarak kurgulanışını eleştirir. Ancak bu nesneler, feminist yapısöküm aracılığıyla anlamlarından soyutlanır ve grotesk bir şekilde yabancılaştırılır. Örneğin, kolonya artık temizliği simgelemekten çıkar ve toplumsal kontrolü ifade eden bir aracıya dönüşür. Dolayısıyla grotesk, feminist yapısöküm açısından patriyarkanın sabit anlamları parçalama ve altüst etme potansiyeline sahiptir. Kadın karakterin başına gelen gerçeküstü olaylar ve mekânların tutarsız doğası, ataerkil düzenin güvenli ve sabit bir yapı olmadığını ortaya koyar. Özellikle market sahnesi, günlük hayatın rutinlerini ve kadının tüketim toplumundaki yerini sorgular: “Kasiyer adam, dar, duvarları yeşil mozaiklerle döşeli köşesinde, müşteri bekliyordu. Sandalyede değil, beyaz klozetin üzerinde oturuyordu. Elindeki yarım şişe tütün kolonyasını geçmiş olsun diyerek müşterilerin avuçlarına döküyordu, ödemeyi aldıktan sonra” (Terzi, 2024, s. 17). Kasiyerin klozetin üzerinde oturması, patriyarkal kontrolü ve tüketimci mantığın dayatmalarını grotesk bir simgeye dönüştürür. Aynı zamanda, “röflesiz arnoldi, morphophallus titanyum, dracunculus vulgaris Schot” (s. 17) gibi kokuların adlarının özenle telaffuz edilmesi, güzellik ve estetik üzerine kurulan toplumsal normları ironik bir şekilde eleştirir ve “ideal” kadının inşasına dair bir yorum olarak okunabilir.
Öte yandan, öyküdeki iç mekânların tasviri ve zaman kavrayışı, kadının ruh hali ve toplumsal yapılarla olan ilişkisini anlamak için önem taşır. Banyo, dişçi muayenehanesi ve market gibi alanlar, fiziksel ve psikolojik bir baskının mekanlarıdır. Çoğu zaman dar, nemli ve kaotik olarak betimlenen bu mekânlar, kadının içinde bulunduğu sıkışmışlık hissini vurgular. Mekânlarda tekrar eden su, ıslaklık ve buhar imgeleri, temizlenme arzusunun ötesine geçerek bir boğulma hissi yaratır. Bu imgeler, kadının toplumsal rolüyle olan çatışmasının ve kendi bedenine yabancılaşmasının metaforlarıdır. Su, bir yandan arınmayı temsil ederken, diğer yandan kadının kontrolünü elinden alan bir unsur haline gelir. Öyküde zaman ve mekânın tutarsızlığı, feminist yapısökümün temel stratejilerinden biridir. Anlatıdaki ani geçişler ve gerçeklik ile fantazi arasındaki belirsizlik, ataerkil sistemlerin doğal ve sabit olduklarına dair algıyı sorgular. Örneğin, banyonun sularının evin tüm odalarına dolması ve klozetin salona sürüklenmesi, patriyarkal kontrol mekanizmalarının iflasına işarettir. Aynı zamanda, kasiyerin klozetten çıkıp eksik alışverişleri getirmesi, toplumsal rollerin absürdlüğünü ve şeffaf olmayan yapısını ortaya koyar. Bu durum, feminist bir okuma ile, kadının toplumsal beklentilerden kurtulma arzusunun bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Tüketim ve Gıda
Öykü, tüketim, beden ve et temaları üzerine yoğunlaşır. Metnin ilk bölümü, Leyla’nın bez torbadaki kıyma ile şehir elitlerinin abartılı tüketim dünyası arasındaki tezatı ile başlar:
Irmak kenarına münhasır yürüyor da yürüyor Leyla. Elinde yarım kilo kıyma fişi, bir fişe bakıyor, bir de kuş kadar kıymaya. Siktir çekip yol kıyısına atıyor kendini. Bir kalabalık, bir curcuna kıyıda. Ankara’dan önemli konuklar gelmiş… Gucci, Prada, Hermes logolarıyla birlikte. Boy boy, seç beğen al korumalar. Winston kokteyl kokuyorlar. Trüf Mantarı, İtalyan peyniri yiyen tayfa. Bokları beyaz. Hava otuz derece. Memelerinden biri sütyenin kenarından fırlıyor, yanakları kızarıyor, bez torbadaki kıyma, ceset gibi kokuyor. Joy by Jean Patou, Caron Poivre, Hermes 24 kokularına, yarım kilo ceset kokusu karışıyor. (Terzi, 2024, s. 21)
Bu tezat, patriyarkal ve kapitalist düzenin, kadın bedenini ve emeğini ötekileştirerek değer kaybına uğratmasıdır. Leyla’nın kıymayı “ceset” olarak algılaması, gıdanın bedensel ve maddi boyutlarına dair derin bir yabancılaşmayı işaret eder. Bu, Leyla’nın gıda ve beden üzerindeki kontrolünün elinden alındığını gösterir; bir kadın olarak patriyarkanın ve tüketim toplumunun tahakkümü altındadır. Leyla’nın kıymaya yönelik algısı, aynı zamanda doğanın patriyarkal sistem içinde nasıl metalaştırıldığına dair bir eleştiridir. Bez torbada taşınan kıyma, doğadan koparılmış, nesneleştirilmiş ve ölü bir varlıktır. Bu durum, kadın bedeninin aynı şekilde patriyarka tarafından nesneleştirilmesiyle paralel bir görüntü sergiler. Carol J. Adams’a göre, “nesneleştirme bir ezenin başka bir varlığı nesneye indirgemesini mümkün kılar. Ardından ezen, bu varlığı ona nesne muamelesi yaparak istismar eder” (2013, s. 109). Leyla’nın “ceset gibi” kokan kıymayla ilgili farkındalığı, doğanın ve hayvan bedenlerinin kontrol altına alınması ve istismar edilmesine dair bir bilinçlenmedir. Ekofeminist perspektiften bakıldığında, Leyla’nın bez torbadaki kıymadan özel bir akşam yemeği yaratma çabası, ekolojik ve toplumsal bir anlam taşır. Hayvan bedeninin nesneleştirilmesi ve gıdaya dönüştürülmesi, kadın bedeninin de aynı şekilde patriyarka tarafından metalaştırılmasıyla paralellik taşır. Bu, doğanın sömürüsü ile kadın bedeninin sömürüsü arasındaki derin bağlantılara dikkat çeker. Leyla’nın kıymasının “mora dönüşmesi” ve “kanlanması” (s. 24), şiddet ve yıkımın ekolojik ve toplumsal boyutlarını vurgular.
Metnin ilerleyen bölümlerinde öne çıkan tüketim eleştirisi patriyarkal kapitalizmin kadın sömürüsüne dikkat çeker. Leyla’nın “vitrin camekanından yansıyan geceliklere, braletlere, ince tül çoraplara” (s. 23) duyduğu arzu, kadın bedeninin patriyarka tarafından şekillendirilen ideal estetik normlara boyun eğmek zorunda bırakılmasını temsil eder. Leyla’nın kendini güzelleştirme isteği, toplumsal olarak kadının sadece dişi ve erotik bir obje olarak değerlendirilmesini yansıtır. Öte yandan, ekonomik sınırların belirginleştirilmesi, Leyla’nın tüketim dünyasından dışlanmasıyla somutlaşır. İçeriye girmesi yasaklanan dükkanlar ve “sıradan insanlara satış yapılmamaktadır” (s. 24) uyarısı, kadın bedeninin patriyarkal kapitalizm tarafından nasıl ötekileştirildiğini gösterir.
Leyla’nın kocasıyla olan ilişkisi de patriyarkal sistemin kadını tahakküm altına alışının en somut örneğidir. “Kadını dövmeyene erkek mi derim” (s. 24) şeklindeki söz, erkek egemenliğinin kadın bedenini kontrol etme üzerine kurulu olduğunu açıkça ifade eder. Bu şiddet döngüsü, kadın bedeninin patriyarka tarafından sistematik olarak ötekileştirildiği ve ezildiği bir düzeni ortaya koyar. Leyla’nın bu durumu normalleştirmesi, patriyarkal sistemin kadınlar üzerindeki ideolojik kontrolünün ne kadar kökleşmiş olduğunu gösterir. Son bölümde, Leyla’nın kocasını “et” olarak hayal etmesi, patriyarkanın kadınlar üzerindeki baskısına karşı ironik bir direniştir. Kadın bedeninin metalaştırılmasına karşı bir metafor olarak kocayı “köfte” yapma düşüncesi, hem toplumsal rollerin hem de patriyarkal tahakkümün altüst edilişini temsil eder.
Delirtilen Kadın
“Delikler Delilikler Derinlikler” başlıklı beşinci öyküde toplumun dışladığı, şiddet ve istismara uğramış Havva isimli bir kadının zihinsel ve duygusal durumları anlatılır. Anlatıcı, toplumsal ve bireysel baskıların bir sonucu olarak giderek kendi içine kapanmakta ve toplumla olan bağını yitirmektedir. Olay örgüsü, kahramanın yaşadığı travmaların birikimiyle gelişir ve sonunda şiddet eylemiyle doruğa ulaşır. Feminist yapısöküm bağlamında incelendiğinde, öykü; patriyarkal düzenin kadınları sistematik olarak baskıladığını anlatırken, “delilik” temasını ise bu baskıya karşı bir direniş biçimi olarak ele alır. Öykü, toplumun kıyısına itilmiş bir kadının, kendisine uygulanan fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete karşı başkaldırısını anlatır. Anlatıcı, evlilik yoluyla getirildiği evde köle gibi çalıştırılmış, kocası Ömer tarafından fiziksel şiddete maruz kalmış ve cinsel olarak nesneleştirilmiştir: “Anası hastalandı ben baktım, bacısı hastalandı ben baktım, emmisi hastalandı eve getirdiler. Oduna, ahıra, tarlaya, yemeğe, işe her yere sürdüler, itiraz etmedim. Beni satın alırken pis evlerine getirdiler” (Terzi, 2024, s. 34). Bir gün, kendisini sürekli aşağılayan ve ezen kayınvalidesini bir öfke anında öldürür. Bu olay, onun iç dünyasındaki çöküşü hızlandırır. Suçunun ortaya çıkmasının ardından tutuklanır ve toplum tarafından tamamen dışlanır. Yargılanması sırasında davranışları delilik olarak yorumlanır ve akıl hastanesine kapatılır. Öykü boyunca, kahramanın bireysel ve toplumsal düzeyde maruz kaldığı şiddet, kadınlığın nasıl bir baskı alanı haline geldiğini vurgular.
Öyküdeki “delilik” teması patriyarkal düzenin kadınları susturma ve kontrol altına alma biçimlerinden biri olarak ele alınır. Gönül Bakay’ın belirttiği gibi, “çağlar boyunca kadınların deliliğe daha yatkın olduklarına inanıldı, ruhsal dengesizlik kadınların temel özelliklerinden biri olarak kabul edildi” (2019, s. 80). Kadınlar, toplumun normlarına uymadıklarında ya da bu normlara direnmek istediklerinde, delilikle yaftalanırlar. Öyküde anlatıcının deliliği, onun içinde yaşadığı acı gerçeklik ve bu gerçekliğin şiddet dolu doğasına bir tepki olarak ortaya çıkar. Kadın, patriyarkal düzenin öznelliğini parçalayan bir varlık olarak kendini gösterir. Onun deliliği, sadece bir patoloji değil, aynı zamanda toplumsal normlara karşı bir direniş biçimidir. Anlatıcı, toplumsal normların dışında konumlandırılmıştır ve bu dışlanmışlık, onun deli olarak etiketlenmesine neden olmuştur: “Duruşmam sonuçlanmış. Hâkimin karşısında sayıklayıp durmuşum. Delik demişim, ağaçlar demişim, o esnada. Anlamış halimden Hâkim Bey, “Tımarhaneye kapatın şu deliyi,” diye hüküm vermiş. Dediklerine göre ne aklım yerindeymiş ne dengem” (Terzi, 2024, s. 35). “Delilik,” burada bir dışlama mekanizması olarak işler, kadın, toplumsal düzenin dışında bırakılarak etkisizleştirilmek istenir. Anlatıcının “ne zaman bir kabahat işlesem yorgan tek sığınağım olurdu zati” (s. 33) sözünde anlam kazanan yorgan metaforu, hem bir korunma aracı hem de bir izolasyon simgesidir. Yorganın altına saklanması, onun travmalarından korunmaya çalıştığını ama aynı zamanda toplumla bağını kopardığını gösterir. Yorgan, patriyarkal baskının kadınları nasıl içine kapattığını ve görünmez kıldığını simgeler.
Öyküde şiddetin ve yoksulluğun kadın bedeni üzerindeki etkileri açıkça görülür. Kadın, sadece fiziksel şiddet değil, aynı zamanda ekonomik sömürü ve toplumsal aşağılamalarla da mücadele eder. Bu durum, onun “delilik” ile özdeşleştirilmesine yol açar. Ancak feminist yapısöküm bağlamıyla bakıldığında, bu delilik aslında kadının kendini ifade etme biçimidir. Toplumun ona yüklediği roller ve görevler, kadının benliğini paramparça etmiş; delilik, bu yıkımın ardından ortaya çıkan bir yeniden yapılanma biçimine dönüşmüştür. Anlatıcının kayınvalidesini öldürdüğü an, patriyarkal düzenin simgesel bir yıkımını temsil eder: “Kapının arkasından kaptığım gibi küreği o çirkin kafasına vurdum. Bir vurdum iki vurdum gerisini sayamadım. Ona vurunca herkese vuruyorum sandım, o susunca herkes susar sandım, önce bir sessizlik doldu içeriye sonra da kan kokusu” (s. 36). Kayınvalide, bu düzenin bir aktörü olarak, kadını sürekli kontrol eden ve ezen bir figürdür. Onun ölümü, sadece bireysel bir şiddet eylemi değil, aynı zamanda bir isyanın ifadesidir. Ancak bu isyan, kadını özgürleştirmek yerine onu daha da derin bir yalnızlığa sürükler. Öykü, bu anlamda, patriyarkal düzenin kadınları fiziksel ve ruhsal olarak tutsak ettiğini gözler önüne serer.
Toplumsal normlar ve değerler, öyküde sürekli olarak sorgulanır. Havva’nın iç monologları, onun bu normlara nasıl yabancılaştığını ve aynı zamanda nasıl direnmeye çalıştığını gösterir. Kadın, toplumun dayattığı rollerle barışık değildir; bu roller, onun bedenine ve ruhuna zarar vermiştir. “Orospu” ve “deli” gibi etiketler, onun üzerinde fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamak için kullanılan araçlardır. Ancak feminist yapısöküm, bu etiketlerin yapaylığını ve toplumsal kontrol mekanizmaları olarak işlevlerini ifşa eder. Kadının delilik olarak adlandırılan durumu, aslında patriyarkal düzenin mantıksızlığına bir tepki olarak görülebilir. Bu düzen, kadını sürekli olarak aşağılayan, sömüren ve nesneleştiren bir sistemdir. Delilik, bu sistemin kadınlar üzerindeki yıkıcı etkilerini görünür kılar. Anlatıcı, deli olarak yaftalanarak toplumdan dışlanır; bu dışlanma, onun acılarını daha da derinleştirir. Ancak aynı zamanda, bu delilik, onun bireysel bir özne olarak varlığını sürdürme mücadelesini de temsil eder ve öyküde “delik” (s. 35) metaforunda anlam kazanır. Öyküdeki “delik” metaforu, kadın bedenine ve bedenin toplumsal algılarına dair derin bir eleştiriyi barındırır. Kadının bedeni, sürekli olarak bir kontrol alanı olarak görülmüş ve bu kontrol onun yaşamını sınırlamıştır. Delik, hem bir eksiklik hem de bir potansiyeldir. Patriyarkal düzen, kadını “eksik” olarak tanımlarken, feminist yapısöküm, bu eksikliğin toplumsal bir kurgudan ibaret olduğunu ortaya koyar. “Delik”, aynı zamanda bir özgürleşme alanıdır; kadın, bu eksiklik olarak görülen alandan güç alarak patriyarkal düzenin dışında bir varlık inşa eder.
Performatif Olarak Kadınlık
Feminist yapısöküm perspektifinde, öykü beden ve kıyafet üzerinden kadın kimliğinin nasıl inşa edildiğini sorgular. Özellikle Judith Butler’ın performatif kuramı çerçevesinde ele alırsak, öykünün kahramanı, kadınlık performativitesini yeniden düşünmeye başlamaktadır. Sara Salih’e göre, “cinsiyetin […] performatif olduğunu öne sürmek, bedenlerin asla yalnızca betimlenmediğini, her daim betimleme vasıtasıyla oluşturulduklarını ileri sürmek anlamı taşır” (2023, s. 122). Beden ve giysi seçimleri, toplumsal normların birer yansıması olarak karakterin kimliğini biçimlendirirken, aynı zamanda bu normların sınırlarını da gözler önüne serer: “Şirketteki “Bu yasaklar bir size” yönetmeliğine göre, yöneticilerin koyu renkli ve maskülen giymesi şart. Dar, açık giysi, renkli, dantelli kıyafetler giymek katiyen yasak. Bunlar, ucuzluk, teşhir ve orta yaş bunalımına işaretmiş. İş yerlerinin bereketi kaçarmış. Hele o gömlek düğmelerini açmak ahlaksızlığın bayrağını dikmekmiş. Bipolar bozuklukmuş” (Terzi, 2024, s. 47). Maskülen kıyafetlerin dayatılması, kadının bedensel ifade özgürlüğünü baskılar; çünkü bu kıyafetler, hem cinsel bir tehdit algısının bertaraf edilmesi hem de kadınların erkek egemen dünyaya uyum sağlaması için birer zorunluluk olarak görülmektedir. Kahramanın şirketindeki kıyafet kodları, bu iktidar yapısının ne kadar kökleşmiş olduğunu ortaya koyarken, bireysel çabaların bu yapıların sorgulanmasında önemli bir yer tuttuğunu da gösterir. Giysi ve kıyafet temaları, kadınlık üzerine yüklenen anlamların önemli bir aracı olarak öne çıkar. Maskülen kıyafetlerin zorunlu kılındığı bir şirket ortamında, kadınlık ve erkeksilik arasındaki çizgiler bulanık hale gelmiştir. Kıyafetlerin gözden geçirilmesi, hem bireysel bir ifade alanının kaybını hem de toplumsal cinsiyet rolleriyle ilgili dayatmaları temsil eder. Kahraman, şirket politikalarını sorguladığında, bu kuralların sadece estetik değil, aynı zamanda ahlaki bir çerçeve oluşturduğunu fark eder. Dar ya da renkli giysilerin “ahlaksızlık” olarak damgalanması, kadın bedenine dair ataerkil kontrolün bir uzantısıdır. Bu kontrol, kadınların hem kendi bedenlerini sahiplenmesini zorlaştırır hem de toplumsal normlara uygun olmayan bireylerin dışlanmasına neden olur.
Beden temsili, öykünün en çarpıcı boyutlarından biridir. Karakterin kendi bedenine dair algısı, özellikle yaşla birlikte ortaya çıkan fiziksel değişimlerle birlikte, toplumsal güzellik standartlarına uygun olmamanın yarattığı baskıyı yansıtır: “Makyajımı bir türlü beceremiyordum. Göz çevremde bağımsızlığını ilan eden kaz ayaklarım, bu gece daha belirgin görünüyor gözüme” (s. 49). Kahramanın makyajla bu standartlara uyum göstermeye çalışması, ama sonunda bu çabadan vazgeçmesi, feminist bir direnişin işareti olarak okunabilir. Öykünün kahramanı, makyaj yaparken karşılaştığı zorluklar aracılığıyla toplumsal güzellik standartlarının bireysel özgürlük üzerindeki etkisini gözler önüne serer. Aynadaki yansımasıyla yaşadığı yüzleşmeyle bedenin ve güzellik anlayışının toplumsal bir kurgu olduğu anlaşılır. Kahraman, aynada şekillendiremediği yüzünü ve bedeniyle barışamayan ruh halini, sonunda toplumsal beklentileri terk ederek aşar:
Ne yaptımsa sıvası dökük bir duvar gibi duran yüzüme porselen bir hava veremedim. Onca zaman güçlü görünmek için kestiğim pozlara, kariyerime, giyim kuşam yönetmeliğini hazırlayan İsmilazımdeğil Beyefendi’ye, bizleri parya misali oradan oraya çekiştiren en üsttekilere, yıllarca okuduğum felsefe kitaplarına sövdüm saydım. Şifonyerin önünden kalktım, telefonuma uzandım. Telefon ve aynanın buluşmasından kaynaklanan şangırtının yankısı henüz sürerken ben soyunmaya başlamıştım. (s. 49)
Soyunma eylemi, sadece bir fiziksel hareket olarak değil, toplumsal normlara karşı bir protesto olarak değerlendirilebilir. Bu eylem, hem kahramanın kendi bedeniyle barışmasını hem de ataerkil düzenin güzellik ve davranış kalıplarının reddedilişini temsil eder. Beden, toplumsal yapıların en çok kontrol etmeye çalıştığı alanlardan biridir ve feminist yapısöküm, bu kontrol mekanizmalarını görünür kılar. Kahramanın soyunması, bir anlamda, kendi özgürlüğünü ve kimliğini yeniden inşa etmeye yönelik bir adımdır. Bu özgürleşme, toplumsal şartlanmaların sıkıştırdığı alanlardan kurtulma çabası olarak okunabilir. Kadınlık, toplumsal olarak dayatılan bir kimlik olduğu kadar, bu kimliği sökmeye yönelik bireysel bir mücadeleye de açıktır. Öykünün sonunda karakterin soyunması, bu kimlik dayatmalarına karşı bir arınma ve bir başkaldırıdır.
Aysun Doğan Terzi’nin Gizli Akıntılar ve Düzen Ordusu adlı öykü kitabı, feminist yapısöküm perspektifiyle ele alındığında, patriyarkal normların görünür kılınması ve bu normlara yönelik direnç biçimlerini ortaya koymaktadır. Bu yazıda incelenen öyküler, kadın karakterlerin toplumsal cinsiyet rolleri, bedensel deneyimleri ve patriyarkal yapıların baskısı altındaki yaşamlarını çok katmanlı bir anlatı aracılığıyla gözler önüne serer. Bu anlatılar, aynı zamanda dil, mekân ve nesnelerin anlamlarını parçalayıp yeniden kurarak, feminist bir direnişin araçlarına dönüşür. Terzi’nin öyküleri, feminist yapısökümün patriyarkal anlamları parçalama ve alternatif anlamlar yaratma potansiyelini güçlü bir şekilde yansıtır. Kadın bedeninin, mekânların ve toplumsal ilişkilerin sorgulandığı bu metinler, ataerkil düzenin sabit görünen yapılarının aslında ne kadar kırılgan ve değişime açık olduğunu göstermektedir.
Kaynakça
Adams, C. J. (2013). Etin cinsel politikası: feminist-vejetaryen eleştirel kuram. (G. Tezcan ve M. E. Boyacıoğlu, Çev.) Ayrıntı Yayınları
Aydınalp, E. B. (2023). Kadına ait bir yazı: dişil yazının çıkışları. Çizgi Kitabevi.
Bakay, G. (2019). Delirtilen kadınlar: İngiliz ve Amerikan edebiyatında kadın deliliği. Kırmızı Kedi Yayınevi.
Balkin, J. M. (2004). Yapısöküm. (K. Küçükalp, Çev.) Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 13(1), 321-332. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/143881
Butler, J. (2014). Bela bedenler. (C. Çakırlar ve Z. Talay, Çev.). Pinhan Yayıncılık.
Demir, Z. (2014). Modern ve postmodern feminizm. Sentez Yayıncılık.
Liman Turan, S. (2022). Feminist ve queer estetik oluşumlarda Kristeva’nın abject nosyonu’nun psikanalitik eleştirisi. Uluslararası Sosyal Bilimler ve Eğitim Dergisi – USBED, 4(6), 53-74. https://dergipark.org.tr/tr/pub/usbed
Rutli, E. E. (2016). Derrida’nın yapısökümü. Temaşa, 2, 49-68.
Salih, S. (2023). Judith Butler’ı anlamak: cinsiyetlendirilmiş bedenler. (M. Erguvan, Çev.) Fol Yayınları.
Terzi, A. D. (2024). Gizli akıntılar ve düzen ordusu. Mahal Edebiyat.
Yanık, H. (2016). Yapısöküm üzerine birkaç not. Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi, 1(2), 91-98. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/285594