Ümran Düşünsel’in kitaplarında (roman-öykü) insanın acıyan yanına dokunan bir el, hep var. Yalnızca yazmış olmak için yapılmış bir eylem değil, onun yaptığı. Duymak, görmek ve konuşmak eylemine bir yenisini ekleyerek; “yazmak” eylemiyle okuru, anlamaya ve bilmeye davet ediyor. “Gözleriyle değil, acı çeken ruhuyla, bedeninin en ücra hücreleriyle sessizce ağlayan” bir yazarın yazdığı, mültecilerin acılarına ortak olacağımız bir kitap, Saqelenge…
Karacaoğlan’ın dediği “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” kavramlarını içine alan göç ve mültecilik gerçeğini sade bir dille ortaya koyan bir kitap.
“Halep’ten Savaştan kaçtık. Çok dolaştık köylerde, kasabalarda. Paramız bitti. Bulduğum işlerde çalıştım ama yetmedi. Yatacak yerimiz yoktu. Bizden önce gelen akrabamız adres vermişti. Sorarak buralara geldim ama bulamadık. Yağmur vardı. Kapısını açık görünce başımızı soktuk işte buraya. Çocukların ikisi hasta, açtırlar da hepsi iki gündür.”
Mültecilik de hayata tutunmanın güçlüğü, uyum ve sabır en önemli hususlar haline gelir. Saqelenge isimli kitapta mülteciliğin ortaya çıkardığı; gidenler, kalanlar, ölenler ve geri dönenler olgularını okumak olası. Evini, yurdunu bırakıp, canını kurtarmak uğruna yola çıkmaktı mültecilik, azığı ölüm olan bir yolculuktu. Mültecilik ve göç içinde acılar barındıran bir yolculuk. Toprak, ayrılık, acı, hüzün ve ölüm kokan bir yolculuk. Yol ve yolcuya dair kısa öykülerin olduğu bir kitap.
Yaşamın içinde olan, tarihle yaşıt bir olgu olarak göç ve mültecilik kavramlarına ışık tutan yazar, kör noktamızı aydınlatıyor. “Toprak kokan sesiyle” okura sesleniyor.
Amin MAALOUF, Semerkant isimli kitabına şöyle başlar; “Atlas Okyanusu’nun dibinde bir kitap yatıyor. Anlatacağım, işte onun hikâyesi.”
Saqelenge, isimli kitabıyla; ayağı ve yüreği kırık birer turna olan okuru, ayağı kırık diğer turnalarla tanıştırıyor, onların bilmelerini, anlamalarını sağlıyor. Son hikâyeleri ölüm olan insanların öykülerini yazmış, mültecilerin de insan olduğunu bize anımsatıyor.
Kübra, “Neden yapacak bir şey yok biliyor musun Eda? Bizi çaresizliğe alıştırdılar çünkü, Palyatif çözümlerle vicdanımızı rahatlatmaya alıştırıldık. Bir battaniye yollayınca, vicdanımız rahat uyuduk. Birinin karnını doyurduk diye yemeğimiz takılmadan geçti boğazımızdan. Yağmur altında elindeki mukavvada ‘Açım’ yazan kadına bir lira verip ona, ev alırsın artık yakında” diyecek kadar zavallılaştık. Sıkıştırıldık durmadan, en kötüsü de açacak program yok bizi. Ufkumuzdaki ışığı dahi söndürdüler.”
Kübra’nın Eda ile yaptığı bu konuşma, hepimizin sıklıkla yaşadığı çaresizliğin ve “sıkışmışlığın” ifadesi aslında. Palyatif çözümlerden kurtuluşun yolunu arıyoruz. Ümran Düşünsel “Ufkumuzdaki ışığı tekrar yakmaya” çalışmış bu kitabında.
“Görmemek için gözlerimi, duymamak içinde kulaklarımı kapattım” ifadesini kullanan yazar; sistemin bize dayattığı ve bizi insan olmaktan çıkaran, vicdanımızı körelten durumu net ve açık olarak ortaya koyar. Saqelenge ile okura, duy, gör, konuş diyen yazar Türkiye’de ve dünyada yaşanan göç, mülteci ve ölümler konusunda okuru sessiz kalmamaya davet ediyor.
Ölüm adı geçmeden ölümü ve ölüm yolculuğunun bu kadar yakın ve naif. Ölüm ve ölüm yolculuğunun çocuklar için nasıl bir “oyun” kurgusu içinde anlatıldığına şahit oluyoruz. Oynaya oynaya ölüme giden çocuklar için, oyuncak “ölümcak” halini alıyor. Ölümden geriye sahipsiz ve kimsesiz oyuncaklar kalıyor. Denize düşenin “ölüme” sarıldığı bir yolculuktu mültecilerin yolculuğu. “Hayatın şerrinden ölüme sığınan” insanların öyküleri.
Çocuk ölümleri için balıkların nasıl ağladığını; “Deniz seviyesinin balıkların gözyaşlarından yükseldiğini balıklardan başka kimse bilmezdi” “Sen dışına ağladın ben içime” yazarak gözyaşı dökmeyi anlatmıştır.
Göç geride bir şeyler bırakmayı gerektirir. Geride kalan ise yalnızca yaşanmışlık yüklü mekân değildir. Geride kalanların ve kavuşmayı bekleyenlerin hikâyesini kedi “Kunkuş” üzerinden şöyle anlatıyor; “Yere atlayıp ön patilerini uzattı, gerindi iyice. Sepetine oturup yalanmaya başladı sonra. Tertemiz olmalıydı ailesine kavuştuğunda.” Gidenin hiçbir zaman gelemeyeceğini bilmeden, onu beklemek, geride kalanın da yerinde olamayacağını bilmeden beklemek, yaşamın en acı beklentisi olsa gerek. Ölülerin haber veremeyeceğini bilerek, beklemek.
“Kıyıya vurmuş denizyıldızlarını suya bırakınca yaşama umutları var. Mülteci çocukların yok. Deniz bilip de taşıyor; kumsala bırakıp; “Alın, marifetinizi görün” diyor.
Marifetimizi görmeye, bilmeye…
“Suya düşen ve ölüme sarılan, ölümden başka hikâyeleri olmayanların” hikâyelerini bulacağınız bir kitap Saqelenge…