“Unuttun mu, bizi unutanları, bizi yok sayanları, bugünü yok sayanları, hayatı unutturanları ve unutanları unuttun mu? Herkes herkesi unuttu sevgilim, anımsamıyor musun? En çok şimdi üşüyorum bitanem, ısıt beni…
Bu kaçıncı sonbahar kimsenin kimseyi ısıtmadığı…”
Adalet Ağaoğlu/ Ruh Üşümesi
2020 yılında aramızdan ayrılan Türk edebiyatının kilometre taşlarından biri olan Adalet Ağaoğlu’nun “Ruh Üşümesi” adlı romanı bence edebiyatımızın şiirsel metin adı altında değerlendirilebilecek en güzel ve özgün ürünlerinden bir tanesi. Derin bir solukta okunan roman yoğun, sade, çarpıcı ve okuru ikircikte bırakan, şüpheye düşüren, soran, sorgulatan, kendiyle bağdaşıklık kurmaya iten bir sese, anlatıma sahip. Romanın son sayfasına gelip de kapağı kapattığınızda “Bütün bunlar oldu mu? Gerçek miydi? Kadın ve erkek o masadan kalktı mı? Bu kadın ve erkeğin gölgesinde kaç kadın ve erkek vardı? Biz değil miyiz bu kadın ve erkek yahu!” gibi sorularla baş başa kalıyor ve yaşamınızı gözden geçirmeye, yanı başınızdaki yaşamlara dikkat kesilmeye, o yaşamlarla kendi alanınızı karşılaştırmaya başlıyorsunuz. Dediğim gibi roman okununca bitmiyor, asıl bitince başlıyor her şey.
Bir lokantada bir masayı garsonun yönlendirmesi ile paylaşan, birbirini tanımayan “bir kadın ve bir erkek”in tesadüfen bir araya gelişi ile açılan roman, bu “bir kadın ve bir erkek”in roman boyunca ilerleyen sessizlikleri, konuşmaları, iç konuşmaları, konuşmak isteyip de konuşamadıkları, yaptıkları ya da yapmak istedikleri, iç çekişleri, iç döküşleri, itirafları, acıları ve yaşanan, yaşanmak istenen arzuları etrafında akıp gidiyor, okuru “kadın ve erkek” olmak, “bir ve biz” olmak noktalarında görmeye, düşünmeye ve sorgulamaya itiyor.
Gerek geleneksel ve gerekse modern yaşam içinde olsun, özelde kadın erkek ilişkisinin ve genele vurulacak olursa doğal, samimi ve en çıplak haliyle gerçek bir yaşamın ne olduğu ve özünde aslında ne olması gerektiği hakkında okura kapı aralayan romanda “ruh üşümesi” denilen hâlin ne olduğunu yazar şu gizil ve sezgisel ifadelerle şöyle anlatıyor:
“ … açıklanması gereken her şey açıklanıp bitmiş, artık herhangi bir açıklama olmaksızın da taze otla örtülü kırlıklarda el ele yürüyebilirlermiş- yürüyorlarmış- gibi, sorgulamalardan uzak bakışlarla bakıyorlar birbirlerine. (…) Ne de olsa hayli tehlikeli, çok ince bir çizgide durmaktalar. Yine de birbirlerine kuşkuyu bilmiyora gelme, şimdiyi ise unutmama konusunda son derece destekleyici bakışlarla baktıkları söylenebilir.”
Kadın ve erkek bir “ruh üşümesi” halinde iken karşılaşırlar. Ruhlarını ve bedenlerini birbirlerinde ısıtmaya çalışırlar. Isıtırlar da. Belki düşünsel belki tensel bir sıcaklığın içinde roman boyunca adım adım, yavaş yavaş ama cesur ve çok doğal bir biçimde ilerleyen bu kadın ve erkeğin hikâyesi aslında bir anlamda kadın ve erkek olmanın, bir ve biz olmanın sembolik, sade ve gösterişten uzak hikâyesini sunar okura.
Kadın ve erkek “ruh üşümesi”ne ne zaman düşer, bu üşümeye ne zaman yenilir insan? Cevap çok da gizil değil aslında. Hem romanda hem de kendi yaşamımızda, kadın ya da erkek kimliğimizde en az Adalet Ağaoğlu’nun kadını ve erkeği kadar cesur olabilirsek doğru cevabı o zaman verebiliriz. İnsan ruh üşümesine kendini unuttuğu, kendini görmediği, gördüğüyle yüzleşemediği zaman düşer. Bu üşümeyi ortadan kaldırmak için başka bedenlere, başka başka zihinlere sığınmanın çare olmadığı da aslında açıkça görülür. Çünkü insanın üşümesini insan almaz. Üşüyen, insanın ruhu ise bu üşümeye bir bedenin ısı vermesi pek de olası değildir. Mühim olan bu üşüme haline düşmemek için insanın kendi kendini ısıtmayı bilebilmesidir.
Hem romanda hem gerçekte! Ben hem romanın hem de gerçeğin yalancısıyım!
Yazar anlatıcının sesini dış ses olarak sürekli duyduğumuz romanda insanın en gerçek ve doğal halini en çıplak biçimde ortaya koyan iç konuşma ve bilinç akışı anlatım tekniklerinin sıklıkla kullanıldığı görülür: “Bir an önce bir şeyler tıkınılıp, bir an önce bir yerlere yetişilecektir. Okula. Ofise. Mezarlığa. (öyle olsun, zamanın akışı da aklımızda bulunsun.) O halde uçağa? Sevgili neden heykeltıraş olsun ki?…”
Bir masada birleşen kadın ve erkek roman boyunca bu masada okurun karşısına çıkar. Konuşurlar, susarlar, heyecanlanırlar, birbirlerine kendilerini ve aslında kadın ve erkek olarak yaşamda hangi konumda yer aldıklarını ve aslında nerede olmak istediklerini anlatırlar. Bazen dilsel, bazen sezgisel, bazen de tensel.
Yazar kadın ve erkek olma halini, aşkı, cinselliği, bir olmayı bir kadın ve bir erkek öznesi ile anlatırken asıl kurgunun gölgesinde başka kadın ve erkek hikâyelerine de yer verir. Bu hikâyelerin toplumcu gerçekçi bir bakış açısını yansıttığı da gözden kaçmaz:
“Evet, inan bana. İşçiler yürüdüğü zaman yürümüştüm ama kadınlar yürüdüğü zaman yürümedim. Copla vurmuşlar, kadının belini kırmışlar.
Bitanem, unut demiyorum, unutma. Hiçbir şeyi. Bizi de. (…) Seni öpüşlerimi, saksıdaki çiçeğe su vermeyi, dolapta iki yüz elli gram kıymamız olduğunu unutma.”
Ana kurgunun gölgesinde akıp giden hikâyeler, okuru kendi kimliğini ve yaşamını sorgulamaya iten oldukça açık, sade ve yalın söylemler eşliğinde akıp giden roman Türkçenin büyük üstatlarından Adalet Ağaoğlu’nu okumanın ve onun insan gerçeğini ne derece yalın bir biçimde yansıttığını anlayabilmenin hazzını sunar bizlere.
“Şimdi artık, birbirlerine hem çok alışık hem de karşılıklı tükenmez gizleri bulunan iki sevgilinin iç çekişlerini işitmemiz gerekmekte.” diyen Adalet Ağaoğlu’nu sevgi ve saygıyla anıyor, kendi iç çekişimizi dinleyebilmeyi umut ediyorum. Hepimiz için!
İyi okumalar.