“Geçmiş ile gelecek, gerçek hayatı hissetmenin önünde engeldi. Saat bize bunu göstermişti, ama hâlâ saate alışmış, ona uygun ruhlar edinmiş değildik. Bana ilk saatimi hediye eden dedem, söylediklerimi unutma, demişti. Ânın değerini bil, gerisi senin değildir, senin olmayanla ömrünü heba etme.”
Burhan Sönmez/ Labirent
“Boğaz Köprüsü’nden Aşağı Doğru” diye başlayan roman “Bir Çarkı Değiştirmeyi Denesem” sözleriyle bitiyor. Bitiş ve başlangıç arasında gezinen, ölümü, yaşamı, kendini, kadını, erkeği, toplumu, bireyi sorgulayan bir roman Labirent. Adıyla gerçekten de müsemma. Romanın başkarakteri Boratin, içine girdiği ya da tam anlamıyla düştüğü labirentten çıkmaya çalışırken okuru da boyutsuz bir labirente sokuyor aslında. Boratin “kendi” yaşam labirentinde kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bulmaya çalışırken biz de roman sayfalarının arasında, “yaşam”ın, geçmiş ve gelecek olgularının, belleğin labirentlerinde “kendi” yaşamımızdan izler arıyoruz.
Roman, Boğaz Köprüsü’nde atlayarak intihar etme girişiminde bulunan Boratin’in gözünü bir hastane odasında açması ve kendiyle ilgili hiçbir şey hatırlamaması ile başlıyor. Evini, aynadaki yüzünü, ne zaman nerede nasıl yaşadığını anımsamıyor Boratin. Öyle bekliyor. Ta ki içine düştüğü bu labirentten onu çekip çıkarmak için candan bir mücadele veren müzisyen arkadaşı Bek gelene kadar. “Aç kapıyı Boratin, ben Bek”. nidasıyla okur da Boratin gibi heyecanlanıyor. Yapıtın ilk 16 sayfası Boratin’in hep “sanırım” sözcüğüyle giriş yaptığı ansıma, ansımama halleri üzerine kurulu. Yazar Boratin’in yaşam karşısında hissettiği şaşkınlık halini öyle yoğun bir bulanıklık içinde aksettiyor ki Bek’in gelişi ile sis perdesi aralanıyor, okur da Boratin de sağlam bir oh çekiyor. Boratin için Bek bu noktada çok güçlü bir rehber. Ona kim olduğunu, ne iş yaptığını anlatıyor. Eski bir Rum evinde oturan Boratin aynadaki yüzünü hatırlamazken şöminenin üzerindeki Meryem ve İsa heykellerini anımsıyor, kim olduklarını biliyor. “Eskiden neleri önemseyip neleri önemsemediğimi bilseydim, nasıl bir insan olduğumu anlamam kolaylaşırdı.” diyen Boratin, bu noktada geçmişin ve hatıraların yaşamımızda ne derece etkin olduğunun da altını çizmeye başlıyor. İlk bölümün sonunda Boratin aileden zengin bir müzisyen olduğunu, birkaç ay önce sevgilisinden ayrıldığını, kızın İstanbul’dan çekip gittiğini ve onu hep arayan bir ablası olduğunu öğreniyor. Boratin’in içine düştüğü labirentte yolunu bulmasını sağlayacak bu veriler, Boratin için olduğu kadar okur için de heyecan verici aslında. Çünkü kimse ipuçlarının olmadığı bir labirentte uzun zaman dolaşamaz, var olamaz.
Yapıtın bu ilk bölümden sonraki kısımlarında Boratin “kendi” gerçeğini adım adım bulma sürecini oldukça şiirsel bir üslupla anlatıyor. “Kendi Ağından Uzaklaşamayan Bir Örümcek Gibi” diye betimliyor kendini Boratin. “Bir çemberin içinde kendi kendime konuşuyorum.” diyerek varoluşunu anlamlandırmaya çalışan bir roman figürü olarak karşımıza çıkıyor. Sokakları dolaşıyor, vitrinlere bakıyor, insanların konuşmalarını dinliyor, hayatı izliyor. Bek hemen yanında Boratin’in. Labirentte ilerliyorlar.
Boratin geçmişi irdeleyip öğrenmeye çalıştıkça labirentte kaybolduğunu, bir arpa boyu yol alamadığını hissediyor. Belleksizlik Boratin’i yorduğunda “Bir çemberin içinde kendi kendime konuşuyorum. Eve geldiğimden beri aynı kararı yineliyorum: Geçmişi düşünmeye kendimi zorlamayacağım. Böyle diyor, sonra geçmişi merak etmekten başka bir şey yapamıyorum.” diyor. “Bana göz dokunmasa ne iyi olur. Sırtımda bakış olmasa.” sözleri ise Boratin’in labirent derinliklerinde kaybolmaya başlamasının işareti olarak dikkatimizi çekiyor. Biz de okur olarak bu noktada şunu soruyoruz kendimize: Nedir bellek, geçmiş nedir, bağlılık nedir, bellek yatartılır mı, bulunur mu, bellekten kopulur mu, kopmak mı gerekir? Nedir aidiyet? Esasında bu sorular da bizim içine girdiğimiz labirentin işareti olarak karşımıza heyula gibi dikiliyor.
Telefon tellerinden Boratin’e ulaşan bir “abla sesi” Boratin’i de okuru da gerçek dünyaya bir adım yaklaştırıyor. Nehirce diye bir kasabadan arıyor Boratin’i ablası. Merak ettim diyor, günlerdir arıyorum açmıyorsun diyor, bu yaz gelecek misin, bak yeğenin seni çok özledi, merak ediyor diyor. Diyor da diyor. Boratin dinliyor, anlamaya, kavramaya çalışıyor. Ablanın dünyası gerçek, Boratin ablanın dünyasında uzaklarda yaşayan, yolu gözlenen, iyi olduğu düşünülen bir erkek kardeş olarak kanlı canlı yaşıyor. Ya Boratin?
“Kırık kaptan sızan su gibiyim. Ne kabıma dönebilirim, ne de dönsem o kap tutar beni.”
Ardınca bıraktığı Nehirce Boratin’e uzak, yabancı. Kendine yabancılaşan, kendi gerçeğini bulamayan Boratin için Nehirce nedir ki? Boratin aidiyetsiz. Kendine, yaşama, Nehirce’ye.
Çemberini kırmaya çalışan Boratin parkta otuyor. Bir aidiyetsiz Boratin mi var sandınız? Her yer aidiyetsizlik çemberinde sıkışanlarla dolu. İş görebilmekte.
“Parkta kimse başını çevirip bize bakmıyor. Her ağacın altı, ayrı birer ada. Herkes kendi adasında. Hayatın beni getirip bıraktığı kıyı burası. Tanımadığım bir adamla bir bankta oturuyorum. Kendi yalnızlığımla birlikte adamın yalnızlığını da kabulleniyorum. O kadar yalnızım ki bir adımı seslense dönüp bakmayacağım., o adın bana ait olduğuna inanmayacağım. Kim, neden seslensin ki? Ben kendime bir hayat arıyorum.”
Yazar Boratin’i İstanbul sokaklarında dolaştırırken zaman zaman onu AVM’lerin içine, bazen de sıcacık, küçücük ara sokaklara yönelndiriyor. Modern yaşamın insanı yutan yanının sembolü olan AVM’ler eleştiri oklarına maruz tutulurken elindeki tabureyi kapının eşiğine bırakarak üstüne çöküveren bakkalların var olduğu sokaklar öncelleniyor. “Bu sokağı defalarca gidip gelebilir, gündüzü, geceyi burada geçirebilirim. Evime giden tek yol olarak burayı belleyebilirim.” diyor Boratin ara sokaklar için. “Gelecekte alışveriş merkezlerinin bir ucuna doğumevi, diğer ucuna mezarlık yapılır. Burada doğulur, yaşanır ve nihayet burada ölünür.” diyerek de okuru olması muhtemel bir distopya ile karşı karşıya getiriyor.
Boratin’in yolculuğuna yapıta teker teker giren yardımcı figürler eşlik ediyor. Efendi diye bir müzisyen var, Boratin’in grup arkadaşı. Sessiz, adıyla bir, derin bir adam. Boratin Efendi’den kendine akan sessiz dili çözüyor. Boratin Efendi’nin yaşamında önemli bir adam. Onu intiharın eşiğinden çekip alan adam Boratin. Boratin hatırlamıyor.
Hayala, Boratin’in bestelerini seslendiren kadın. Boratin onun şarkılarını kendi şarkıları olduğunu bilmeden dinliyor. Hayala hem sesi hem varlığıyla Boratin’i gerçek dünyaya taşımaya çalışıyor. Hayala, hayalleri gerçeğe dönüştürmeye çalışan hayal gibi bir kadın. Düş mü gerçek mi? Kim bilebilir?
Boratin içinde çırpındığı çemberin çıkışsızlığında kaybolmak üzere iken sarıldığı dalın Nehirce olması insanın köklerine olan derin bağlılığını akla getiriyor. Haydarpaşa Tren Garı’na giden Boratin gar filan göremiyor tabii. Gar yok, Haydarpaşa yanmış yıkılmış. Boratin’in dünyadan haberi mi var ki bilsin?
Boratin ne yapıyor dersiniz? Hayala’yı arıyor. “Gel beni al.” diyor. Bek’i de arayabilirdi ama Hayala’yı araması daha iyi oldu kanaatimce. Boratin’i içinde debelendiği labirentten çekip alacak güçte bir kadın Hayala. Her kadın gibi. Her aşk gibi.
Boratin’in labirenti benim labirentim. Senin, onun, hepimizin labirenti aslında. Hepimizin kuyusu. Anlar, geçmiş, gelecek, kişiler, aşklar, besteler, yaşlılar, ablalar, yeğenler… Hepimiz bir labirentin içinde dolanıp duruyoruz. Çıkışı bulmaya meyilli, bulmaktan korkarak yaşıyoruz. Bek Boratin’e son görüşmelerinde şöyle dedi: “Hayatını kendi ellerine almaya bir yerlerden başlamalısın. Ama gecikme, yoksa bu düşünceden de vazgeçebilirsin.”
Boratin gecikmedi, Hayala’ya , “Gel, beni al.” dedi.
Labirent, “Gel, beni al.” diyebileceğimiz insanların yaşamımızdaki önemini anlamamıza da ışık tutuyor zannımca. Yapıtın bendeki izi ise, kim ne yaparsa yapsın, nasıl yol gösterirse göstersin, insanın kendi labirentinde ancak kendi isteği ve çabası ile yol alabildiğini göstermesine dayanıyor. Romanı özgün ve biricik. Neden mi? Beni labirentimi sorgulamaya ittiği için.
İyi okumalar.