Çilingir Sait, başımın püsküllü belası. Anahtar çektiği, çaydanlık, tencere parlattığı, bıçak bilediği, kimi zaman da akla ziyan işlere çözüm ürettiği çilingir dükkânı, işe gidip gelirken kullanmak zorunda olduğum yolun üzerindedir. Günün hangi saatinde geçersem geçeyim pusudadır hep. Görüş alanına girmeye göreyim. Yürüme mesafem boyunca geçen birkaç dakika içinde onlarca sıfatı, büyük bir ustalıkla peş peşe sıralar, beni yolumdan eder. İstemediğim hâlde mahcubiyet duygusu altında dükkânının kapısından girerken bulurum kendimi her seferinde. Cık cık söylenmelerim pek bir işe yaramaz. Akımına kapılır giderim.
Bu sabah biraz erken çıktım evden. Öğleden sonra başlayacak mesai öncesi görüşme sözü verdiğim Sezgin’e uğrayacaktım. Biraz laflar, kafa dağıtırız diye sözleşmiştik. Ama asıl kafa dağıtıcıyı unutmuşum. Caddeyi yarıladığımda her zamanki bildik ses beni karşıladı.
“Üstat bugün de mi es geçeceksin beni! O ışığından ne zaman feyz alacağım!”
“Sait kes palavrayı, canım burnumda zaten! Hava da sıcak. Hiç üstüme gelme.”
“Öyle deme Mirim, bu dünya senin gibiler sayesinde ayakta duruyor.”
“Sait yorma beni. On dakika oturayım ama kafamı şişirmeyeceksin.”
“Aaa ayıpsın üstat. O ne demek.”
Hemen girişte bulunan üzeri çaydanlık dolu masayı geçtim. Yüzlerce anahtarın asılı olduğu duvarın dibinde anahtar çekme tezgâhının önündeki tabureye iliştim. Sait bu, durur mu?
“Üstadım, sizce bu ekonomik kriz bir toplumsal patlamaya dönüşür mü?”
“Bilmiyorum Sait. Umurumda da değil. Ama zorlarsan ben patlayacağım.”
O esnada içeriye yaşıtım sayılacak, elâ gözlü, tatilci olduğu kıyafetlerinden anlaşılan bir müşteri girdi.
“Çaydanlık bırakmıştım, yapıldı mı acaba?”
Sait her zamanki ehlikeyif hâli ve yaptığı işe gizem katan ifadelerle: “Hocam siz erken geldiniz. Ben onları sıraya aldım. Hâlledeceğim.” derken bir taraftan da masa üzerindeki malzemelerin dağınıklığı arasında bahse konu çaydanlığı aramaya koyuldu. Bulamayınca, “Ben onu yarın sabaha hazır ederim efendim.” deyip durumu savuşturdu.
“Bir şey daha var, size danışmak istediğim.” deyince Sait’in gözleri parladı. Sohbet edecek birinin daha çıkmasının sevinci gözlerinin ferine yansıdı.
“Antika sayılabilecek farklı aletlerle ilgiliyim. Elimde bir gaz ocağı var. Tankını ve metal kutusunu parlatmak istiyorum.”
Sait aradığını bulmuş gibiydi. Ayaküstü sohbetlere sığmayacak bir zamanı düşününce iyice iştahlandı. İşi sağlama almak için, “Hocam aracınız karşı taraftaki sanırım. Siz buyurun aracınızı bizim kapıya çekin. Sonra rahat rahat bakalım.”
Müşteri aracını çilingir dükkânının önüne çekti. Küçük metal bir kutuyla indi. İçeri tekrar girdiğinde Sait, avını kesin olarak yakalamış bir aslanın rahatlığındaydı artık ve gerisini sindire sindire yaşayacaktı.
“Hocam sizin memleket neresiydi?”
“Hopalıyım. Organik Laz. Moğti’yim.”
Üst üste birkaç isim saydı Sait. “Tanımıyorum.” deyince, avını şimdilik rahat bıraktı. Eski sıhhiyecilerin iğne kutusuna benzer yıpranmış teneke kutuyu açtı.
“Primus PT-1 bu. Sovyet yapımı gaz ocağı. Benzinle çalışır. Tek kaşık benzinle bir kap yemek pişirebilirsin. Savaş dönemi icat edilmiş muhtemelen. Şimdilerde dağcılar, kampçılar, bir de özel timler kullanıyor. Avuç içi kadar bir şey… Taşıma sorunu yok. Hem çok ekonomik.”
O esnada ocağın yakıt tankı olan büyükçe bir pil ebadında metal silindiri çıkardı.
“Kutuyu ve bunu parlatmak istiyorum.”
Müşteri karşımdaki tabureye oturdu. Sait, “Hocam siz kaportacısınız (bu sonuca nasıl vardıysa), bu işten anlarsınız. Aceleye gelmez.”
Müşteri gülümseyerek, “Otomotiv sektöründen emekli oldum. Doğru. Ama kaportadan anlamam. Makine mühendisiyim.” dedi. Sait aynı kayıtsızlıkla güldü. İşin uzayacağını anlayan müşteri kendini tanıtarak devam etti.
“Caner ismim. Yeni emekli oldum. İstanbul’da yaşıyorum. Ama buralı da sayılırım. Lise son sınıfı burada okudum. Tefen’den gelmiştik…”
O ana kadar lafa pek girmemiştim. Tefen deyince durdum. Karşımda oturan kişiye daha bir dikkatle bakma gereği duydum. O an gözleri aklıma geldi. Gözlerine baktım. Evet, bu gözleri tanıyordum. Ama işi şansa bırakmak istemedim.
“1986’da taşındınız buraya değil mi?”
“Evet…”
“Affınıza sığınarak… Gelmeden önce babanız vefat etmişti değil mi?”
Nereye varmak istediğimi anlamaya çalışan gözlerle bakarak, “Evet!” dedi.
Artık kesindi. Karşımda oturan kişiyi tanıyordum. “Caner beni tanıdın mı? Lise son sınıfı birlikte okuduk.”
“Çıkaramadım.” dedi.
“İyi düşün, en arka sırada oturan…”
“Valla ne desem şimdi bilemedim…”
“Peki sınıftan en iyi hatırladığın kim var. Ertuğrul Sağlam desem mesela…Onunla aynı sınıftaydın değil mi?”
“Aaa evet ya! Evet şimdi hatırladım. En arkada otururdun. Tuğrul ile…”
“Vay be! Otuz yıldan fazla değil mi?
“Hesaplarsak öyle oluyor.”
Geçen yılları kapatmak istercesine bir çırpıda özetini çıkardık. Son olarak şunu söyleyebildim:
“Biz biraz daha yaramaz, ‘Ali kıran baş kesen’ gibiydik. Sen son sınıfta yer, dolayısıyla okul değiştirmiştin. Baban yeni vefat etmişti. Sessiz sedasız bu şehre, yeni insanlara alışmaya çalışıyordun. İçten içe sana acıyordum… Ama ne yapacağımı, nasıl yaklaşacağımı da kestiremiyordum. Gözlemle empati nasıl kurulursa işte! Yaptığım oydu. Anlamsız mı? Hem anlamlı hem çaresizce. Ama benim kazandığım vicdan oldu. Zaman zaman aklıma gelir, seni düşünürken bulurdum kendimi. Ama bak zor tanıdık birbirimizi. Tefen demeseydin o ışık hiç yanmayacaktı belki de…”
Sohbet saatlere yayıldı. İşe geç kalmamak için kalktım. El sıkışıp vedalaştık. Birbirimize görüşme sözü verdik. Sait’le de görüşürüz manasında elimi kaldırıp çıkarken:
“Çilingir olalı ilk kez düzgün bir kapı açtın be Sait! Allahın gevezesi! Eski dostluk kapısı. Hiç kapanmayan ama bir dönem uzak kalınan…Unutulmaya yüz tutan…Allah senin iyiliğini versin.”
Sait arkamdan seslendi:
“Üstat bak otuz yıllık arkadaşını buldun dergâhımızda. Artık daha sık uğra da ışığından istifade edelim.”
“İşine bak Sait, beni Sovyet gaz ocağıyla karıştırma. Gazla çalışmıyorum ben…”
Dükkânın kapısından dışarıya adımımı attığım anda çevresine varlığıyla enerji yayan, her adımda beton zemine çivi çakılıyormuş hissi veren topuklarından bir kısrağın dalgalanan yelesi misali sağa sola savrulan biçimli saçlarına kadar özgüvene bürünmüş bir kadın içeri girdi. Olduğum yere çivilendim. Hafifçe geri döndüm. İçeri giren kadını süzdüm. Aynı özgüvenle ve soran bir ses tonuyla ortaya konuştu.
“Sait beeyyy?”
Caner hala oturuyordu. Sait muhattabın kendisi olduğunu belli etmek için, “Buyurun hanımefendi…” dedi.
Caner, enikonu heyecanlandığını ele veren bir yüz ifadesiyle dışarıya fırladı. Fısıldayan bir ifadeyle sordu: “O değil mi, bu?”
“O… Yıllardır görmedim ama bu enerjiyi, bu sesi nerede duysam tanırım.”
“Ben de!” dedi Caner.
“Beni tanımadın ama…” diye takılarak “Sen de mi aşıktın Alev’e yoksa?”
Utana sıkıla, “Benimkisi aşk sayılmaz, platonik diyelim.”
İçeriden duyulacağı kaygısına kapılmadan devam ettim. Sesimi biraz da yükselterek: “Hangimiz platonik değildik ki. Gözleriyle onay vermeden kim bir metreden fazla yaklaşabilirdi ki o Alev topuna.”
Sait’le birlikte dışarı çıktı. “Hocam, hanımefendinin kapısı, içeriden kilitli kalmış. Hemen hâlledip döneceğim. Siz iki eski dost sohbete devam etseniz. Dükkâna da bakarsınız.”
İçimden bir küfür savurdum. Cıkcıklanarak “Allah belanı versin Sait. Sovyet gaz ocağından beter hâldeyiz, görmüyor musun? Bizim kırk yıllık kilidimizi kim açacak…”
Cesaretimi toplayıp fırsatı değerlendirmek istedim: “Alev, Caner ile beni hatırladın mı? Liseden…”
O ince kışkırtıcı kahkahasını attı. “Allah unutma yeteneğinizi elinizden alarak cezalandırıyor belli ki sizi. Oysa ben sadece Ertuğrul’u hatırlıyorum. Ama onu ünlü olduğu için değil. Yunan tanrılarını andıran uzun boyu, fiziği, elmacık kemikleriyle uyumlu çenesi, derin ve keskin bir zekanın ipuçlarını veren şekilli yüzü, gözleri… Aklımdan hiç çıkmadı. Ben de uzaktan onu izlerdim hep. Benim yaklaşamadığım alev topu da oydu.”
Çilingir Sait’le birlikte çekip giden Alev’in ardından, hâlâ Primus PT-1 Sovyet gaz ocağını elinde tutan Caner’le bakakaldık.
Çok güzel bir yaşanmışlık öyküsü… gençliğin unutulmazları. Anlık kıvılcımlarla eskiye dönüş. Akıcı bir dil. Bir solukta okudum Başak ablacım.
Çok teşekkür ederim canımcım. İçimize değen kıvılcımlarımız hep olsun.
Ayrıntılara gösterilen titizlik hayatın anlam kazanmasının anahtarıdır. “Tefen” kelimesinin öyküde oynadığı rol gibi. Bir çilngir hassaslığıyla işlediğin bu öyküde aslında küçük küçük ayrıntıların nasıl anlam kazanacağını ustalıkla göstermişsin Sevgili Başak. İlk bakışta birbiriyle çok alakalı görülmeyen nesneler, kişiler, kavramlar bir edebiyatçının hayal gücüyle zevkle okunacak bir öyküye dönüşmüş. Kaleminin açmayacağı kapı yok gibi. Tebrikler Sevgili Başak.
Çok ince bir yeri yakalamışsın İzo can. Tefen’in izi çoktur bende. Ne yazık ki Anadolu`da 1913 yılında başlayan Türkleştirme amaçlı yapılan değişikliklerden nasibini alır ve Antik Yunancadan gelen adı değiştirilir. Ancak halkın gönlünde hala Tefen’dir. Çocukluğumun Tefen’i ve insanı. Öykünün de ana damarı. Teşekkürler bu hatırlatma için. Sevgimle.
Başak Hanım, her öykünüzü merakla bekliyor okuyorum. Bu ikinci öykünüz sanırım Edebiyat Burad’da. Öykülerinizle bizi buluşturdukları için öncelikle site yönetimine teşekkürler.
Bir çilingir dükkanından 30 yıl geriye gidip oradan Ertuğrul’a kadar gelmek de ayrı bir kurgu yeteneği. Ama hakkını yememek lazım öykünün en can alıcı tipi Sait ve her mahallede bunlardan bir numune vardır. Kaleminize yüreğinize sağlık. Başarı dileklerimle.
Çok teşekkür ederim sevgili Derya. Aynı mahallenin farklı kategorileri…farklı insan kesitleri. Birbirlerinden haberli ya da habersiz; değdikleri yerin ortaklığı ve güzelliği.
Çok ince bir yeri yakalamışsın İzo can. Tefen’in izi çoktur bende. Ne yazık ki Anadolu`da 1913 yılında başlayan Türkleştirme amaçlı yapılan değişikliklerden nasibini alır ve Antik Yunancadan gelen adı değiştirilir. Ancak halkın gönlünde hala Tefen’dir. Çocukluğumun Tefen’i ve insanı. Öykünün de ana damarı. Teşekkürler bu hatırlatma için. Sevgimle.
Her mahallenin bir çilingir Sait’i vardır mutlaka. Tüm mahalle dedikoduların yapıldığı, gelen geçenin tüm ayrıntılarına kadar elendiği. Çok ince bir yerden yakalamışsınız sevgili Basak. Bu hatırlatma için teşekkürler.
Çok teşekkürler sevgili Sason. Hayatlarımızdaki Saitlere…
Sıradan insanların sıradan buluşumunun fevkaladeleşmesinin öyküsü. Duru bir anlatım, sürükleyici. Başarılar. Kalemin susmasın Başak Canda.
Çok teşekkür ederim Delil can. Normal hayatlarımızın fevkaladelerine…
İlişkilerin sıradanlığında ufak bir şeyin etkileşimi. Nerden nereye dediklerinden. Başarılı buldum öyküyü. Teşekkürler.
Çok teşekkürler sevgili Fırat. Sevgiler.