Hatıraların uçuculuğu, rüyaları tamamlama eğilimi, geleceğin belirsizliğiyle girdim İspanya’nın Katalonya’sındaki Figueres şehrinin Rambla Sokağı’na. Rambla dediysem öyle Barselona’daki Rambla Sokağı gibi cafcaflı bir yer gelmesin aklınıza. Gayet sakin, iki tarafı ağaçlı, en çok üç-dört dakikada tamamlanabilecek yolun ardından cafe ve restaurantları olan küçük bir yer.
Sokakta bulunan banklardan birinde otururken Figueres isminin Fransızcada ‘incir’ anlamındaki ‘figue’nin ‘s’ takısı aldığında çoğul olan “incirler”den mi, yoksa figürün yani ‘figure’nin çoğulundan mı geldiğine dair düşüncelere daldım. Kaldığım hostelin yan tarafındaki geniş alanda gün aşırı kurulan pazardaki incirleri gördükten sonra Figueres isminin incirden gelmiş olabileceği fikri ağır bastı. Diğer yandan her bir köşesinde Salvador Dalí’ye ait figürlerle karşılaşmam kafamı karışmasına neden oluyordu.
Çeviri motorundan bakmama fırsat kalmadan kucağında kedisiyle önümden geçen kadına takıldı gözüm. Bu sıcakta dizlerine kadar uzanan siyah pardösüsünü, fötr şapkasıyla tamamlamıştı. İlkin yandan gördüğüm kadın şimdi arkası dönük bir şekilde bakış alanımda dikkatimi çekmeye devam ediyordu. Siyah spor ayakkabısını aynı renk kedisiyle tamamlar gibiydi. Omzunun üzerinden geriye bakan parlak iki göz beni hipnotize etmişti bile. Bilincimin karmaşıklığı ya da kedinin daveti, kadını takip etmemi söyledi. Ani bir hareketle banktan kalkıp kadının peşine takıldım.
Her gün önlerinden geçtiğim donuk sarı ve tonlarındaki aynı tip binalar, aralarındaki mesafeyi koruyan inişli-çıkışlı sokaklar, butik, zincirleme mağazalar, pastahaneler, dondurmacılar, bar ve cafeleri geride bıraktık. Yönümüz Salvador Dalí müzesine doğruydu. Kaç zamandır önünde uzayıp giden kuyruğu görünce içeri girmeye cesaret edememiştim. Kuyruğa yaklaştıkça yavaşladım. Gizemli kadınla yüz yüze gelmek istemiyordum. Sıraya girdiğinde geriye döndü ve beyaz tişörtüyle şortunun üzerinde siyah kedi daha da dikkat çekiyordu.
Bazıları giysisiyle bile hafızasını üstünde taşır ya, öyleydik ikimiz de. Kendimi bir dengbêj sesinin peşine düşmüş ve onun hikâyesinin bir parçasına dâhil olmuş gibi hissediyordum. Geçmişimin derinliklerinden beni çağıran bir sesi, bir duyguyu yakalamak üzereymişim gibi.
Dışarıdan bakanlar, onu ve beni dünyanın iki ayrı ucunu andıran dış görüntümüzle tanımlayacaklardı belki. Oysa ben bıyıklarının kıvrımından bilincime doğru akan bir siluetin varlığını hissediyordum. Lorca elimden tutmaya başlamıştı bile. Kadın, kedi ve Lorca. Şiir de kanıma girmişti artık. Lorca’nın sevdası sevdamla bütünleşmişti. “Şarkım barışıksız kovaladığın heykelin özlemi/ seni sokakta bekleyen telâş korkusu,/ Şarkım sedef ve mercandan bisikletinde/ seni öven minik deniz perisi için.”(*)
Çocukken nerede bir gazete, dergi parçası bulsam oturur başına okurdum. Dalí çocukluğumun kiri pası içinden gülümseyen bir yüzdü buruşturulup atılmış bir gazete parçasında. Beni sanat tarihinin karmaşık dehlizlerinde gezintiye çıkaran ilklerimden biriydi. Bir imgeydi Dalí. Şiirdeki deniz perisi kulağıma öyle fısıldıyordu. Ama Dalí’yi beklerken o imge geçmişim olmuştu. Giriş kapısından adımımı atar atmaz kaybettiğim gizemli ya da siyahlı kadın ben olmuştum. İmgelerin içinde yüzmeye başladığım ânlar, şimdiye gelip dayanmıştı. Nerede bir Salvador Dalí görseli görsem o ânın hissinden aldığım ilhamla dolardım. Bu ilham gerçekleşiyordu. Gerçeküstücü yaklaşımın ve gerçekliğin yaratıcı keşfinin içindeyim. Bulunduğum ânda sınırlarımı zorlayan ressama değmenin hazzında, algılara meydan okuyorum. Bilincimin karmaşıklığı, bulanıklığı kaybolup asıl ifadesine kavuşuyor.
Bilinç ruhtan mı doğardı? Yoksa insanın bilincini belirleyen varlıkları mıydı? Marx’a inanıyorum. Varlıkları bilinçlerini belirler tezini savunuyorum. İmge, anlamı somutlaştıran her şey olmaz mı bu durumda. Çünkü imgeler yaşanandan, olan bitenden, olay, olgu ve durumlardan, toplumsal ve bireysel olanı kavrayışımızdan, insanlığın tarih boyunca süregelen deneyimleri da kapsayan ne varsa hepsinden yola çıkan değil miydi? Bu durumda imgeler gerçekliğe bağlıdır ancak bu düşünsel, düşsel sınırları vardır anlamına gelmez. İmge özgürce düşünmenin, düş kurmanın sınırsızlığıdır. Çocukluğumda benim için çok uzaklarda olan, hiç tanımadığım bir ressamın müze evindeyim. Bir tür huzur, bir tür arınma.
Müzenin dış cephesi üreme ve yaşamın devamının sembolleri olan devasa yumurtalar ve ekmek somunlarını andıran kabartmalarla dolu. Müzenin önündeki meydanın adı Gala-Salvador Dalí Meydanı. Meydanda ünlü Fransız sanatçı Meissonier’in traktör tekerlekleri üzerine oturtulmuş heykelleri ve Newton’a ithaf edilmiş bir heykel daha bulunuyor.
Annesinin desteğiyle özel bir resim okuluna giden Dalí, 1919’ta Figueres Belediye Tiyatrosu’nda ilk sergisini açar. Ancak bina da iç savaştan nasibini alır. Cumhuriyetçilerle, General Francisco Franco’nun (1939’dan öldüğü yıl olan 1975’e kadar İspanya’yı yönetmiştir) liderliğindeki milliyetçiler arasında yaşanan iç savaş (1936-1939) ülkeyi uzun bir süre yıkımın da eşiğine getirmiştir. Savaş esnasında bombalanan bina, 1974’te belediye meclisi tarafından Dalí’ye hibe edilir. Böylece binanın inşasında yer alan Dalí kendi müzesini de tasarlamış olur.
İç savaş demişken Walter Benjamin bir şarkının hüzünlü melodisi gibi düşüyor aklıma. Fransa’da sürgünken Nazilere teslim edilme ihtimaliyle karşı karşıya kalan ve İspanya sınırını geçmek üzereyken yakalanıp bir otel odasına kapatılan ve intihar eden o büyük filozof, estetik kuramcısı Benjamin. Dalí’ye kırk dakika uzaklıktaki sınır köyü Portbou’da çoklu kimlik figürü o da şimdi. Bu kadar yakınına gelmişken gidememenin hüznü ekleniyor hafızamın yorgunluğuna. Dalí ve Benjamin arasındaki mesafe aynı zamanda yürek mesafesidir. Biri Franco’yu destekler, diğeri faşizme teslim olmaz ve ölümü seçer.
Dalí’ye, kendisinden önce doğan, ancak yaşama tutunamayan abisinin adı verilmiş. Sadece bununla da sınırlı değil ailenin ona yaşattıkları. Aile ilk çocuklarının kaybını kabullenemeyince ikinci çocuklarına ölen oğulları gibi yaklaşmış. Bence bu durum onun sanatının çoklu kimliğinde ileriye doğru bir yol aldırmış. Ancak çeşitli kaynaklarda bu durum onun kimlik bunalımı yaşadığı şeklinde geçer. Çok da normaldir. Çünkü hiç tanımadığı, görmediği ağabey, o olmuştur. Tasarlanmamış bir kimlik değişimi. Rainer Maria Rilke’de de benzer bir durum söz konusudur. Daha bir haftalıkken ölen kızkardeşinin ismi ona verilmiş ve anne bir kız çocuğunu büyütür gibi özen göstermiştir. Rainer ismini ise âşık olduğu kadın vermiştir. Tabi bu kimlik geçişleri herkes için zor olmayabiliyor. Anadolu bu kimliklerle doludur. Ölen kardeşin kimliği bir sonraki çocuğa verilmiştir.
Bu isimden kaynaklanan geçiş Dalí’yi farklı kılmaya itmiş ve daha küçük bir çocukken çizmeye başlamıştır. Annesine hayrandır. Ancak annesini erken yaşlarında kaybedince, babasının despotluğuna dayanamayıp evden kaçar. Madrit’te sanat eğitimi alır. Çoğu insan onu ressam olarak bilir ama durumun öyle olmadığını müzeyi gezince anladım. Dalí, mücevher tasarımcısı, yazar, sinemacı ve sanat yönetmenidir. Müzede Dali’nin tasarımı, boyama, çizim, hologram, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış 4 binden fazla eser ve yazıları var. Ayrıca Amerikan animasyoncu Walt Disney ile beraber yaptığı, en iyi kısa animasyon filmi dalında Akademi Ödülü adayı da olan Destino adlı kısa çizgi filmin yapım aşamalarının fotoğraflarını bulmak mümkün.
Picasso ve Freud ile tanışması eserlerine yansımış olsa da o uzlaşıdan uzak durmayı tercih etmiştir. Hatta egosundan da taviz vermeyerek kendi sanatsal ifadesini belirlemiştir. Bu arada Picasso’nun sürrealist bir portresi de müzede yerini alanlardan.
Psikoanalitik fikirlerden yararlanan Dalí, müzede bulunan yazılarından birinde, ilk günahın oluşumundan Adem ile Havva’daki ilkel cinsiyetçiliğin yırtılması için Sigmund Freud’un gelip Otto Rank gibi bireysel travmaları biraz düzene koyması için yeterli bulduğunu belirtir. Benim gördüğüm ise fantastik çizimlerinde doğayı, hayvan ve insan fiziğini iyi kullandığıdır. Hristiyan dininin motifleriyse en büyük eksikliği olsa gerek. Bazı tablolardaki mistik ögeyle sürrealizmi baltalamış desem abartmış mı olurum! Bilemedim doğrusu.
Bilindiği gibi Dalí, kariyeri boyunca Dante’nin İlahi Komedya’sından Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında’sına kadar birçok klasik edebiyat eserini resimlemiştir. Ancak benim en dikkatimi çeken ise Don Kişot’tan (Don Quichotte) seçilmiş sayfalar bölümüydü. Don Kişot ile Sancho Panza çizimleri -siyah beyaz eskizler ve sulu boyaların birleşimiyle- müzenin klasiklerinin en iyi yorumu bence. Yine Don Quichotte de la Mancha, üç tonda taş litografisi sanatçı tarafından oyulmuş. Dalí, Dulcinea’yı da unutmamış. Dulcinea’nın Görünüşü başlıklı tabloda savaşın ortasında kalmış Dulcinea’yı arka plandan görürüz.
Ancak karısı Gala onun ana figürüdür. Ona duyduğu her ânın hayranlığı bir esere dönüşmüş. Ne var ki 1982’de Gala vefat edince yaşama iradesini de kaybeder, resimden kopar. Gala, şair Paul Eluard’ın ilk eşidir ve tüberküloz tedavisi görürken tanışıp, evlenirler. Hemşehrim olan Zonguldaklı şair Rüştü Onur’un evliliği de böyle olmuştur. Müze ve Dalí önüme ne çok benzer yaşamlar koydu. Hepsini düşünürken içinde bulunduğum kederi unutup, o yaşamlardaki hem büyülü hem de acılı olan tarafları düşündüm.
Girişte, hemen lobiyi geçtikten sonra karşınıza kocaman bir bahçe çıkıyor. Üzeri açık yuvarlak alanın duvarlarında altın renkli heykeller bulunuyor. Duvarlar sarmaşıklarla kaplı. Mekânın büyüklüğü ve figürlerin büyüsüne kapılmamak elde değil. Bahçenin ortasında siyah Cadillac bir araba ve üzerinde, tombul, kollarını her iki tarafa açmış; sol elinde çiçek, sağ elinde yumurta ve kolunda yumurtaya uzanan bir yılan olan kadın heykeli dikkat çekiyor. Başlığı, boynundaki zinciri ve meme uçlarının büyüklüğü, sürrealizme hızlı girişimi sağlıyor. Hemen arkasında araba lastikleri üzerinde yükselen sarı sütun, aynı renk bir tekneyi tutuyor. Teknenin altında mavi suların akışından kalan damlalar, teknenin denizden yeni çıkarılmış hissini veriyor.
Tavanı cam kubbeli alandan yöneldiğim oda, Hazine Odası olarak adlandırılmış. Duvarları kırmızı kumaşla kaplı odada ışıklar tabloların üzerinden geliyor. Böylece ziyaretçilere detayları yakalama fırsatı sunuluyor. Eserlerinde kavramı göstermiş Dalí ama onu tamamlamayı izleyenlere bırakmış. Bu yanıyla durakları olan ama nereye gittiğini bilmediğimiz bir trenin içinde gibiyiz. Zaten “Dünyayı olduğu gibi idrak edemeyiz,” demiyor muydu Kant. Bize görünenin dışında onun gerçekten neyi anlattığının gizemine sürükleniyorum. Eserden esere geçiş, çizerken kullandığı renk, ruh hâli dâhil, o bilinç akışı, içsel keşfimi tamamlıyor.
Her imge bir görme biçimi ya da görme biçimimize bağlıdır. Eserleri dillendiren sözcükler sahibinin bilincinden benimkine aktı. Çocukluğumda bilmeden duyduğum hayranlık tek tek anlamına kavuşuyordu. ‘Ölümsüzlük bu’ dedi bir ses kulağıma. Baştan beri peşine düştüğüm, çocukluğumun derinliklerinden gelen sesi bulmuştum. Dalí ise tam karşımda ağzını açmış, müzeyi ziyarete gelenleri umursamazcasına gülüyordu.
Eksantrik giyimi, dişlerindeki metaller, jest ve mimiklerinin öne çıktığı siyah beyaz fotoğrafları, ona hayranlığımın nedenlerini tamamlıyordu. Dali müzesini bir ressamın, bir sanatçının evi olarak gezdim. Aklım ise Walter Benjamin ve aşk yaşadığı Lorca’daydı. İkisini de faşizm katletmişti. O ise bir faşisti desteklemişti.
*Seçilmiş Şiirler, Federıcı Garcıa Lorca, Çev. Adnan Özer, Yön Yayınları