Fatma Nuran Avcı: “Beni Hatırla” adlı ilk romanınız “Luna Yayınları” etiketiyle, 2021 yılında yayımlandı. İkinci baskısını yaptı. Kutlarız. Kitabın meselesi çok kapsamlı olmakla beraber, toplumsal, tarihsel, bireysel anlamda, “mücadele” kavramıyla yoğruluyor. Anlatıcı ve ana karakter Kemal. Roman onun hikâyesi. Bir dönemin kanlı sayfalarındayız, dolayısıyla duygu ve düşünceler oldukça yoğun ve ağır. Büyük bir yara söz konusu. Ancak Kemal, adı gibi başına gelen her şeyi vakurca karşılıyor. Olayları anlatımı asıl muhataplara kin, nefret söylemi içermiyor. Tarafsız gibi görünüyor, daha çok kendisiyle hesaplaşıyor. Kısaca Kemal ana karakterini nasıl yarattınız?
Başar Yılmaz: Nazik tebriğiniz ve düşünceleriniz için çok teşekkür ediyorum öncelikle.
Evet, kahramanımız Kemal üzerine kurgulanmış bir roman. Gelgelelim onun penceresinden sancılı bir dönemin panoramasını aktaran bir hikâye var odağımızda. Bu görünüme sızacak öznel bir yargı, yazar sesi, metni edebiyatın merkezinden uzaklaştırır; böyle bir risk de barındıran bir tema.
Kemal tarafsız veya kabullenmiş değil. Geçmişini ağır bir yük gibi sırtında taşıyor. Zihninde, bedeninde o döneme dair silinmeyecek izler var. Hesaplaşması henüz bitmemiş. Bununla birlikte o sancılı dönemden romanın başındaki kırılma noktasına kadar da boşlukta yaşamış. 17 sene gibi bir süre o ateşin aynı harla yanması da tamamen sönmesi de zor elbette. Yönünü tayin edememiş bir öfkeyi, hayal kırıklığını içinde barındırmış. O duygular, kalın bir buz katmanı ile taze bir halde duruyor orada. Hikâye ilerledikçe o buzun çözüldüğüne şahit oluyoruz. Buzun çözülmesiyle duygularını dışa vurabiliyor, yeniden yürümeyi öğreniyor ve belki de sakinlik olarak yorumladığınız, benimse “aleksitimi” olarak adlandırılabileceğim duygu aktarım yoksunluğunu yenebiliyor.
Fatma Nuran Avcı: Kitaptaki bir sahne dikkate değer. Milenyumda, yılbaşı kutlamasında olması da düşündürücü. “Sentetik Hüzün” gibi etkileyici tanım kullanmışsınız. “Kaç gencecik fidan yitip gitti,” diyerek, klişe cümlelerle özetleniyor o kapkara günler. Bugünün insanına dair eleştiriniz çok yerinde. Burada Kemal’in kontrolünü kaybetmeyerek davranmasını nasıl açıklarsınız?
Başar Yılmaz: Toplumsal hafızamız kara dönemleri yazıklanarak kodlar. Geçmişe bir sis perdesi arkasından bakmayı yeğler. Hüzün veya romantizme bulandırılmış bir perspektifle anımsamayı seçer toplumsal bellek. Bu “sentetik hüzün” hepimizin seçtiği kolaycı bir yol. Konforlu, kolaylıkla üstümüze geçirilen bir kıyafet.
Kemal, kapıcısının çıkar odaklı yaklaşımının da, ortağının düzenle barışık omurgasızlığının da, o masadaki muhteremlerin aymazlığının da farkında. Bir kozanın içinden onlara bakıyor. İçeride yankılanan bir sesle konuşuyor. Geçmişiyle örülü o kozayı kırmaya başladığı zaman dışarı taşacak sesi. Kozanın kırılması için kendisiyle yüzleşmesi ve geçmiş hesaplaşmalarını çözmesi gerek. Aksi mümkün değil.
Tüm bu sıkışmışlığa rağmen suyun akıntısına kapılmamış bir karakter var ortada. Sözleriyle değil tavır ve tercihleri ile bir karşı duruştan söz edebiliriz. “Uzak” tanımlaması yerli yerinde olacak bunu anlatmak için. Uzak kalarak yaşamanın bir yolunu bulmuş. Kozasında sıkışmış fakat teslim bayrağını da çekmemiş bir karakterden bahsediyorum.
Fatma Nuran Avcı: Kitabınızda gerçek ve yalana dair ilginç bir hikâye var. Yine, “Gerçekle yüzleşecek gücümüz yoksa yalan daha tercih edilebilir sanırım,” cümlesine atıfla Levent karakterini sormak istiyorum. Kemal’le yıllar sonra karşılaşırlar, buluşup konuşurlar. O dönemin “çözülenler”inden biri olduğu anlaşılan Levent karakteri, romanda yerini nasıl buldu? Mutlaka olmalı mıydı?
Başar Yılmaz: Tarihsel gerçekliğe dayanan böyle bir hikâyenin içinde yer alan aktörlerin her birinin aynı tornadan çıkmış gibi gösteremeyiz. Mutlak iyiler ve kötücüllerin savaştığı bir masal, mit değil bu. İnsanı anlatıyoruz. İnsanoğlu temelinde zayıf bir varlık. Örselenir, hata yapar, pişmanlık duyar, vazgeçer, düşer, bocalar. Mücadele veya dosdoğru ilerlemek kadar, bu savrulmalarla da tarih şeklini alır.
Romanı yazmaya başladığımda bir kahramanlık destanı, bir mücadele miti anlatmayı amaçlamadım. Bilakis kaçınmaya çalıştım bundan. Dönemin politik tahlili, didaktik bir anlatı da olmadı merkezimde. Salt insan. Bu düstura tutunuyorsak o hikâyede Levent’i bulacağız. Onu yargılamak veya anlamak okura kalmış.
Fatma Nuran Avcı: “Gazoz Sadık” adlı karakterle ilgili bu sorum. Lakabı da, ismi de çok ironik. Kemal Sadık’ı anlatırken yargılamaktan kaçındı. Ki genelinde insanlar için zihninde kurduğu mahkeme hep adaletten yana oldu. Onların genç, tecrübesiz, bilinçsiz olduklarını düşündü. Burada Kemal kendine gösterilmeyen adalete mi vurgu yapıyor?
Başar Yılmaz: İki çocukluk arkadaşı belli bir yere kadar beraber yürümüş. Politik bilinç, beslenilen kaynaklar ve mutlaka ki dünyayı algılama biçimleri, ilk gençlik yıllarında aralarındaki mesafeyi açmaya başlıyor. Bu kerteden sonra Sadık’ı yorumladığımızda Kemal’e dair huzursuz bir kıyaslamanın farkına varabiliyoruz. Bakın, bu da hep vurguladığımız insani bir hal. Eskiden bu yana tanıdığımız birinin değişim ve dönüşümünü kabullenmeme, yadsıma. Ona karşı sessiz bir savaş, huzursuz bir çekişme… Yanındakini kaybettiğin kanaatiyle ortaya çıkan o duygu bir zaman sonra o çekişmenin tohumlarını serper. Sadık’ın dönüşümü de bu tohumların filizlenmesiyle başlıyor belki de.
Kemal’in tüm o olan biteni öğrendiği zaman diliminde kuracağı mahkemenin de bir hükmü kalmamış. Hayal kırıklığı veya hakiki bir öfke. Kurabileceği belli başlı bağlamlar var elbette. Yine de tüm bunları anlamlandırmak için yeterli değil. Hükümsüz bir dava.
Fatma Nuran Avcı: Romanınızda hapishanede tahta geyik yapan Hüseyin karakterinin, sizde gerçeğe yakın bir öyküsü var mı?
Başar Yılmaz: Dönemin tanıklarının ağzından dinlediğim irili ufaklı pek çok anı ve detay var. Belli bir kısmı hikâyenin içerisinde farklı formlarda kendine yer buldu. Hüseyin, kurgu bir karakter. Bir yandan da meziyetleriyle, hayalleriyle, umuduyla içeride yaşama tutunmaya çalışan on binlerce insanın hikâyesini taşıyor üzerinde. Ne kadar kurgu desek de bir o kadar gerçek.
Fatma Nuran Avcı: Roman, Kemal’in gazete sayfasında, Leyla’nın ölüm haberine rastlamasıyla başladı. Kemal Leyla’nın kızı Asya’yı arayıp buldu. Kavuşamamış iki aşığın derin hüznünden, ardında bir mektup ve kolye bırakarak giden Leyla’nın acılarından etkilenmemek olası değil. Bu öykünün bir kurtarıcı gibi görünse de, bir kurbanı daha var. O da Leyla’nın eşi Kadri. Kitap da onun saflığı ve mertliğine dair cümlelerinizi okuyoruz. Sizce bu özellikler, onca çıkarın, yalanın karşısında durabilen, insanlığın temel unsuru mudur?
Başar Yılmaz: Kurguda gerçek olamayacak kadar beyaz karakterler sunmayı eleştirmiştim önceki cevaplarımın birinde. Bunun istisnası olabilir diye düşünüyorum bir yandan da. İdealize insanı Kadri gibiler arasından bulabiliriz bence. Zihinsel olarak yetersiz, eksik görülen kimileri, insanlığın saf ve duru bir halde kalabilmiş örneğidir bir taraftan da.
Belki de bizleri gri alana iten dinamikler zihnimizde dönüp duran çıkarcılık veya yüksek ego gibi duygu ve dürtüler. “Kadrilerde” eksiklik olarak görülen özellikler yani. Böyle pek çok insan tanıdım.
Kendilerine göre yoksun, düşkün iki insanı evlendirip sorunu çözmek… Kendi yozlaşmış normlarına göre harikulade bir çözüm… Toplumda sıkça örneğini görmüyor muyuz?
Hikâyenin o kısmında da baş başa kaderlerine bırakılmış iki insan var. Aralarındaki o sessiz dayanışma ve kader ortaklığını mektupların içinde de olsa aktarmak istedim.
Fatma Nuran Avcı: Karakterlerden çokça söz ettik. Şimdi de uğursuzluğuna inanılan, sulanması ihmal edilen telgraf çiçeğini sormak istiyorum.
Fatma Nuran Avcı: 20 yıl boyunca ağlayamayan Kemal, Umut’un doğumuyla çözülür. Büyük bir kırılma anı. Kitabın sonu cidden yeniden hayat bulmak anlamında, Kemal’in de yeniden doğumu gibi değerli. Böyle bir son kurgunuzun en başında var mıydı?
Başar Yılmaz: En kolay cevaplayabileceğim soru geldi. Kesinlikle vardı. Romanın temel unsurlarından biriydi ağlama metaforu. Yeniden doğuşu anlatan bir hal ağlamak. Bir anlamda katarsis. İnsanlığın ortak merhabası. Kemal, kendine ördüğü kozadan gerçek manada o an çıkıyor. Ana rahminden yeniden dünyaya gelir gibi. Yeniden… Manası güzel bir “yeniden” ne kadar güzel çınlıyor kulaklarda, öyle değil mi?
Fatma Nuran Avcı: Uzun zorlu bir geçmişi, bugünüyle birlikte, yazarın gösterip aktarma bilinciyle yazmışsınız romanınızı. Yararlandığınız kaynak, kitap ve kişiler muhakkak olmuştur. Onlardan da söz edebilir misiniz?
Başar Yılmaz: 12 Eylül’ün hayatlarının ortasına bomba gibi düştüğü ailelerden birinin içinde doğmak kadar kayda değer bir kaynak yok sanırım. Bunun üzerine okumalar ve araştırmalardan bahsetmek kifayetsiz kalacak.
Yaşadığım en büyük zorluk da bu durumdu bir yandan. Kendi kişisel tarihinde bu denli karanlık bir sayfayı öfkesiz, hiddetsiz aktarabilmenin (aktarmaya çalışmanın) hiç de kolay olmayacağını daha en başta fark ettim.
Beni Hatırla, her tür koşula rağmen insan kalabilme mücadelesinin öyküsü olarak kalacak bende. Aynı duyguyu benle bir hissedebilmiş birileri olmuşsa ne mutlu.
Anlatılan bizim hikâyemizdi. Her daim “bizim hikâyelerimizi” yazabilme gayesiyle yaşayacağım bundan sonrasında da,
Teşekkürlerimle…