Çünkü ancak kusurun anlatacak bir hikâyesi vardır!
Mahmut Yıldırım: Unutulmuş Zamanların Hikâyesi, adlı romanınızda korkunun gölgesinde yeşeren umudun, aşkın ve geçip giden zamanın izini sürerken okuyucuyu âdeta büyülü bir masalın içine çekiyorsunuz. Eski dönemde yaşanan olayları masalsı bir havayla aktarırken nasıl yollardan geçtiniz? Kitabın kurgu dünyanıza yansıma süreçlerinden bahseder misiniz?
Bayram S. Taşkın: Unutulmuş Zamanların Hikâyesi’nin başkahramanı Kambur Dev, ilk romanım Hafıza’da küçük bir rolle okurun karşısına çıkmıştı. Fakat o kadar güçlü bir karakterdi ki Hafıza’nın üç beş sayfasına sıkışmış bir yan karakter olarak kalmaya razı olmadı. Tamamen kendi hikâyesinin anlatıldığı müstakil bir romanda var olmak istedi. Bunun için beni durmadan dürtükledi, zihnimi hikâyesiyle meşgul etti. Bana, gezici bir sirkte seyircilere gözleriyle hikâyeler, masallar anlatan Kambur Dev olmadan önceki hayatının ve Serçe’yle çıktıkları zoraki yolculuğun evvelini ve ahirini anlattı. Ben de onun ısrarlarına kayıtsız kalamayarak bilgisayarın başına geçtim ve yazmaya başladım. Doğrusunu söylemem gerekirse kurgu konusunda önceden fazla kafa yorduğumu, hesap kitap yaptığımı söyleyemeyeceğim. Kurguyu çoğunlukla hikâyenin akışına bırakmayı tercih ettim. Neyi nerede vereceğime, kimin nasıl davranacağına, ne tür çatışmalar yaşanacağına yolda karar verdim. Metnin kurgusunu, kendi iç dinamiklerinden kendini doğurmasına müsaade ettim diyebilirim. Ama tabii ki sonradan üzerinde oynadığım, ekleyip çıkardığım birtakım unsurlar olmadı değil. Masalsı anlatıma gelince, “yazmak” bana göre zaten başlı başına büyülü ve masalsı bir eylem. Bir de zamanınız epey uzak geçmiş, mekânınız kasaba kasaba, şehir şehir dolaşan gezici bir sirk, yol kenarında karşınıza çıkan köhne bir han, ismini seneler önce yitirmiş küçük bir kasaba, içinde Hz. Meryem, Hz. İsa ve havarilerin hâlâ yaşadığı eski bir kilise… Kahramanlarınız sağır, dilsiz ama gözleriyle konuşan bir adam, serçe kadar minik, sevimli şarkıcı bir kadın, bir yirmi boylarında bir cüce… olunca ister istemez, diliniz de anlatımınız da bu yöne evriliyor ve -umarım okur da böyle olduğunu düşünür- masalsı bir hâl alıyor.
M.Y.: Çeşitli kusurlarla yarattığınız karakterlerinizin karmaşık yaşamlarından, zorlu mücadelelerinden yola çıkarak bu kurguyu inşa ediyorsunuz. Romanda hangi durumlar sizi yazarken zorladı, daha derin düşüncelere sevk etti?
B.S.T.: Benim için yazmanın en zor kısmı, ilk cümleyi ve onun ardından gelecek birkaç sayfayı yazmak. Bu aşamayı geçip belli bir ritmi ve yazma rutinini yakaladıktan sonra metnim akar gider. Fakat bu akış esnasında karşıma hiçbir engelin çıkmadığını, hiç tıkanmadığımı, yoluma devam etmek için bir çatlak, bir yarık aradığım anların olmadığını söyleyemem. Böyle durumlarda yazmakta oluğum bölümü, bazen bütün bölümleri hiç değiştirmeden yeniden yazarak kurtulabiliyorum ancak. Bu, hâliyle oldukça yorucu oluyor. Ama hiç şikâyetçi değilim, yazma yorgunluğunu seviyorum.
M.Y.: Cenap Şehabettin, “İnsan sevdiğinden korkar, ama korktuğunu sevemez,” der. Kambur Dev ile Serçe’nin aşkını merkeze alıyorsunuz. Kusurlu karakterler, okurun ne derece dikkatini çeker?
B.S.T.: Kusur, her daim dikkat çeker. Çünkü ancak kusurun anlatacak bir hikâyesi vardır; ‘tamın/noksansızın’ değil. Fakat ben Unutulmuş Zamanların Hikâyesi’nde Kambur Dev, Piç Hamdi, Küçük Aziz gibi kahramanların hikâyeleri üzerinden ‘güya kusursuz’ diğer insanlara dikkat çekmek istedim asıl. Onların kendilerine benzemeyenlere karşı takındıkları acımasız tavrı ve korkuyu; bu yersiz korkunun kusurluyu (ötekini/ farklı olanı) düşürdüğü hâlleri anlatmaya çalıştım. Bu sebepten Kambur Dev, kendisini sevilecek herhangi bir tarafı olmayan, sadece korkunç bir ucube olarak gören, sırf görünüşünden ötürü onu bırak sevmek onunla yan yana bile duramayacağını düşünen Sümbül’e, gözleriyle “Korkuyorsun. Benden değil, bedenimden korkuyorsun. Korkma, insan korktuğunu sevemez Serçe!” diye sesleniyor.
M.Y.: Bu romanı yazarken, günümüz okurunu ne kadar dikkate aldınız veya bunu düşündünüz mü?
B.S.T.: Bu soruyu sormaktaki muradınız, okurun nabzına göre şerbet verip vermediğimi, onun ilgi ve isteklerini göz önünde bulundurup bulundurmadığımı öğrenmekse eğer, cevabım çok net: Hayır. Yazarken ne okuru ne de bir başkasını düşünüyorum. Bunun özgürlüğümü kısıtlayacağına ve asıl yazmak istediklerimi yazmama engel olacağına inanıyorum. Edebiyat benim özgürlük ormanım, okuru düşünerek yazarsam kendi ellerimle baltalamış olurum zihnimde yeşeren hayal, duygu ve düşünce ağaçlarımı. Fakat bu sözlerimden okuru hiç düşünmediğim, umursamadığım anlaşılmasın. Okuru elbette önemsiyorum. Aksi hâlde neden kitaplarımın yayımlanması ve daha fazla kişiye ulaşması için çabalayayım değil mi ya! Benim yazma serüvenimde okur; kitap, kitapçı raflarında yerini aldıktan sonra devreye giriyor. Anlattıklarımın okurda hayranlık uyandırıp uyandırmadığını, okur tarafından nasıl algılandığını, yapılacak eleştirileri -daha iyi metinler yazmak adına- merak ediyor ve bu bağlamda okura çok ama çok kıymet veriyorum.
M.Y.: Son olarak unutulmuş bir zamanın içinde kaybolan Bayram S. Taşkın’ın aklından bu aralar neler geçiyor? Yazmak istediğiniz konular, teknikler, okuma listeniz, yeni kitaplar vs.
B.S.T.: Yaklaşık bir ay önce aklıma bana göre yepyeni (‘bana göre yepyeni diyorum’ zira daha önce sadece benim düşündüğümü zannettiğim ama hikâyesi benden önce de yazılmış öykü ve roman kahramanlarım oldu) bir roman kahramanı düştü. Bu sıralar sadece onun hikâyesini dinliyor, onu tanımaya, anlamaya çalışıyor, hakkında kısa notlar alıyor ve onun bana verdiği ipuçlarından hareketle birtakım araştırmalar, okumalar yapıyorum. Yani zihnim tamamen, yazı yazmaya başlamayı düşündüğüm romanla meşgul. Uğruna, Unutulmuş Zamanların Hikâyesi’ni yayınevine teslim ettikten sonra büyük bölümünü yazdığım romandan bile -şimdilik- vazgeçtim diyebilirim. Okuma listeme gelince: Mustafa Orman’ın Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye, Kerem Eksen’in Ölümden Uzak Bir Yer, Kemal Varol’un Haw, Barlas Özarıkça’nın Maskeli Timsahlar Kongresi masamın üstünde okunmayı bekleyen kitaplardan birkaçı.