hüzün çağı bu, ne desem dilime uymuyor
…
hoşça kal çağı bu, kimi uğurlasam dönmüyor
“Atların günü” şair Ömer Turan`ın son şiir kitabı. Yitik Ülke Yayınları´ndan çıkan nadir ve iyi şiir kitaplarından biri. Kitap ´işaret´ adlı şiir ile karşılıyor bizi. Şiirin girişinde bulunan
“dedem gövdesini
üçe bölerek konuşurdu”
dizelerini görünce bu dedim, iyi bir öykü girişi de olurdu ki bu şiir ve kitap boyunca okuyacağımız şiirler sanki kısa öykülerdir. Şiirin son kısmını da verince daha da anlaşılacaktır ne demek istediğimiz.
“tırnaklarımı kestim o gün
ve bir daha hiç sormadım
kabuğuna ihanet eden
yaranın akıbetini”
- Şiirde olay anlatılırken her şey ayrıntılı olarak verilmez, yerinde boşluklar ve kısaltmalar yapılır.
- Olaylar yansıtılırken duygu ve düşünce derinliği sağlanır.
- Olaylar yansıtılırken şiir dışı birçok basitliklerden, uzatmalardan, ölçüsüzlüklerden uzak durulur.
- Şiirde hikâye eritilir.
- Hikâyenin verilişinde kuru bir anlatımdan çok lirik bir üslup kullanılır.
- Olaylar doğrudan doğruya yaşandığı, görüldüğü andakine uygun, henüz sisler gerisine çekilip hareketlerini kaydetmesine imkân verilmemiş bir gerçek anlatılır.
Necatigil ayrıca öykü-şiiri ikiye de ayırır:
- Doğrudan doğruya boşluksuz, kesiksiz olayların sırasını bozmadan bir hayatı olduğu gibi vermek.
- Yaşanan bir duygunun dekorunu yer yer vererek yaratılan psikolojik havadaki dramatik öğelerin varlığını belli ederek anlatarak bir şeyin hikâyesini anlatmak.
Bizim bu kitabi okurken ve değerlendirirken üzerinde duracağımız mesele 2. maddedeki açıklama ile alâkalı olacak.
İnsanın tüm yaşamından kesitler sunan, yaşadığı ana şahitlik eden, o anın hem hafızası hem duygusu olan uzun bir öykü bu. Uzun ve derin. Günlük hayatın izleri ruhumuzun derinliğine dokunabiliyor zira. Hatta bilindik kelimelerin verdiği anlam alışılageldik değil. Okurken kolay gibi gözüken ama şiir bitince şöyle bir duraklatan, yakalayan ve etkisini daha da hissettiren tadında şiirler de diyebiliriz. Bu bakımdan birazdan kitaptan alıntılarla sunacağımız öykü-şiir örneklerinin başarılı olduğunu da ifade etmeliyiz.
sabrın elinde büyüdüm
konuşmayı süt isteyen bir kediden
ve değil mi ki inanmayı
yağmurun altında öğrendim
(dışarıda yağmur)
inandığım yalanı taşıyordum
bir deri bir bulut dönerdim
her akşam mahalleye
ve sorduğum herkes yanılıyordu
beni sızan terden yaratmıştı oysa
kendini allah sanan bir göçebe
gülümsemeyi çok geç söktüm, ki
insanın gerçeği biraz da geç kalmak
giymekten korkardım resmi günleri
çünkü içi görünüyordu devletin ve
ben gereği düşünülmüş bir öteki
(ölülerin de geç kalmış hikâyeleri var)
Öykü-şiirden Necatigil izleğinde bahsetmiş olduk. Yani Yaşar Nabi Nayır`ın şu ifadesiyle belirtecek ve kitabı bu bakış açısıyla da okuyacak olursak kısaca şunu diyebiliriz:
“Şiiri ancak severiz ve karşılaştığımız zaman, açıklamak gereği duymadan `işte şiir´ deriz.”
Kitabı ilk okuduğumuzda “dede” imgesinin sıcaklığı hemen yakalıyor bizi. Dede olan bir yerde torun olan çocuk illaki vardır. Şairimiz bu şiirlerde çocuk ya da genç. Zaman geçmiş olsa da yaşlanmamış:
yaşımın büyüdüğü kışa uğurluyoruz yağmuru
ve yalnızca söğütler saklıyor bu endişeyi
(yağmuru uğurlarken)
“Açık yaralar çağında şiir” başlığını çok uygun buldum bu yazıya. Çünkü şairimiz ülkesinde, dünyasında, kısacası hayatında insan olarak/kalarak yaşamasının yine ona açtığı, daha da açacağı yaralardan bahsetmekte. Zaten şiir bir yönüyle de bu değil midir?
Özellikle bağışlama bizi adlı şiirin giriş kısmındaki şu açıklamayı bilmeyen yoktur:
dört yaşındaki suriyeli kız
fotoğraf makinasını silah sanarak
ellerini kaldırdığında.
Ve şiirin devamından bir kısım daha veriyoruz:
ve işte o yara, şairin ifadesiyle:
sevgiden önce kötülüğü öğrenmiş
ana sıcağından önce korkuyu
kapıların önünü ölüm biliyor
(bağışlama bizi)
Diyebiliriz ki; açık yaralar çağında insanı şairin, devletten yaralı, tanrıdan yaralı, halktan yaralı, sevgiden yaralı, havadan yaralı, denizden yaralı…İnsan dediğin belki de yaratılıştan yaralı.
yaşımın büyüdüğü kışa uğurluyoruz yağmuru
ve yalnızca söğütler saklıyor bu endişeyi
işte yollar boyu ağıt, işte tarihin tozu dumanı
yalanlar kalıyor geride, eşikleri aşındıran sorular
ömrümüze uzanan el boynumuzdan başlıyor
açık yaralar çağı bu, ne sürsem çirkinleşiyor
(yağmuru uğurlarken)
Şairin diline/üslubuna diyecek sözümüz yok. Şiirin nasıl kurulması gerektiğini gayet tadında anlayabiliyoruz şiirleri okuduğumuzda. Şairin şiiri biliyor oluşu onu rehavete sürüklemiyor. Yazdım oldu havasında olmadığını sezebiliyoruz. Hatta şairimiz şiirin üzerine gitme cesareti gösterebiliyor. Ama şunu belirtmekte fayda var; tüm bunların içerisinde bir acemilik gözükmeliydi sanki. “Efendimiz acemilik” dediğimiz bir acemilikten bahsediyoruz. Belki de gizliden gizliye vardır.
Yves Bonnefoy “şiirin edimi ve yeri” adlı yazısında şöyle bahseder şiirden ve onun her şeyi olan kelimelerden:
“Şiir ölümü unutur. Şiire bu yüzden kutsal denir. Tanrıların arasında şair olmak kolaydır. Ama biz tanrılardan sonra geliyoruz. Şiirsel dönüştürümü güvence altına alacak bir göğe başvurma olanağımız kalmadı ve bu dönüştürümün ciddiyetini sorgulamamız gerekiyor.
Şu soruya dönmüş oluyoruz: neye önem veriyoruz? Çürümenin, yok olup gitmenin enfeksiyonundan kaçmak ve Edger Poe´nun anlatısındaki Kral gibi veba ülkesinin uzağında söz şatosuna kapanmak mı? Yoksa yitirdiğimiz nesneyi kendisi için mi seviyorduk, ne pahasına olursa olsun ona kavuşmak mı istiyoruz?”
Evet, meselemiz bu. Şairin meselesi de bu. O söz şatosuna kapanan ve kızıl ölümünü bekleyen bir Kral değil. O söz vadisinde yol almakta, mücadelelere katılmakta, ölümleri kucaklamakta, haklı isyanlara yoldaş olmakta, sevişmelerde dahi tanrı çarmıha germektedir. O hayatın söz ile yaşayanıdır diyebiliriz şiirlerin bize yansımasından ki bu az buz bir şey değildir.
-seninle sevişmedik sadece
tanrı’yı da çektik çarmıha sevgili
(boş kovan medeniyeti)
sözün en mahrem yerine mi geldik kardeşler
dinleyin, insan elbette dönmek ister sustuğu kapılara
hicaz, kadife bir bıçaktır ve felaketin dilini oyar çölden
üzüm konuşur mum susar, tarihe gömülmüş bir okul
müsameresinden alkışlar dağılır bulanık geceye
unutun, hiç şarkı söylenmemiş evleri, çünkü isyan
çok şeyin ayetidir, insandan sonra yağmurdan önce
(tetiğin ilk sahibi)
evlere baktım, onlar öğlen biraz da ayrılık
sır saklıyormuş gibi sökülüyor pullar
bir çocuk sevilmek için merhaba diyor
ölçüyorum, sesi bir karış ömrü upuzun nehir
belki de gözyaşı ama o bunu bilmiyor
(hiç suçumuz yok)
Ve “arka kapak şiiri” ile kitabın kapağını kapatıyoruz. Düşünüyoruz: ne okuduk biz şimdi? ŞİİR.
öyle bir vakit işte, ekmeğin tazesine
çarşıların gururuna yenildim, yeni
geçmiş gibi kalemden, defterlerden
şarkılara kiraya veriliyordu taşra ve ben
hiç kuşku yok ki o günlerden kalma bir
yanılgıyım herkese. üzerimde yılların tozu
toprağı, gövdem büyürken odalar
küçülüyordu. nöbeti devrediyorum
çözün iplerimi, ömrüm başka sefere
(arka kapak şiiri)