“Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur.” Cicero’ya atfedilen bu sözü edebiyat söyleşilerine uyarladığımızda yazarların yazı yolculuğu, kitapları ve edebiyat dünyasına dair “sorulmamış soru yoktur” diyebiliriz. Bu söyleşi dizisinde yer alan sorular da elbette ilk kez sorulmuyor ama eserlerini beğeniyle takip ettiğimiz yazarlarımızla bu kez özellikle yazmadıkları üzerinden, hayaller üzerinden sohbet edelim istedik. Keyifle okumanız dileğiyle.
Hatice Günday Şahman: Yazar olmanın yanı sıra ya da ön koşulu olarak iyi bir okur olan yazarın hayran olduğu bir yazar, hatta kimi zaman ona “Keşke ben yazmış olsaydım,” dedirten bir eser mutlaka vardır. Sizde de böyle bir duygu yaratan öykü/roman var mı? Varsa hangi yönleriyle sizi bu kadar etkiledi?
Behçet Çelik: Severek okuduğum her öykü/roman bende bu hissi uyandırır, dersem yanlış olmaz. Bu, kıskanmaktan ziyade kışkırtılmaktır. İyi edebiyat yapıtları bizi yazmaya ve okumaya kışkırtır. Sevdiğimiz bir kitabın yazarının başka yapıtlarını bir an önce okuma isteği duymamız bundandır. Aynı zamanda kelimeler aracılığıyla yaratılan dünya ve/veya o dünyanın anlatılış biçimi bizi o denli etkiler ki benzer bir şeyler yazabilme isteğiyle kalemi kâğıdı elimize alırız. Her zaman cesaret edemeyiz, taklitçi olmaktan çekiniriz ya da o beğendiğimiz yapıt kadar yetkinini yazamayacağımızı biliriz. Son yıllarda beni bu denli etkileyen, ama o tarzda yazmaya cesaret edemediğim bir yazarı örnek vereyim: W. G. Sebald. Kitaplarını peş peşe okuduğumda söz ettiğiniz duyguya hep kapıldım. Keşke ben yazmış olsaydım. Edebi metnin Sebald’ın yapıtlarında olduğu kadar aynı anda hem sahici hem de kurmaca göründüğü azdır. Okuduğumuzun ne olduğunu tam bilemeden sürdürürüz okumayı, bunu bilmemek bizi hiç rahatsız etmez, aksine yepyeni bir edebi hazdır bence bu. Üsluptaki ya da edebi türe dair belirsizlik sürerken bir yandan da çok farklı dünyalar, yaşantılar arasındaki benzeşmeler, üst üste gelmeler ifade edilmesi kolay olmayan bir belirlilik hissi yaratır, daha doğrusu yaratır gibidir. Sadece metinle yaşantının, kurmacayla denemenin değil, bilmekle bilmemenin sınırları da aşınır.
Hatice Günday Şahman:Ursula K. Le Guin Lavinia adlı romanında, Vergilius’un Aeneas destanında küçük bir rolü olan Lavinia karakterini; Ayfer Tunç ise kendi romanı Yeşil Peri Gecesi’nin yan karakteri olan Osman’ı son romanında başkarakter olarak yazdılar. Bu örneklerde olduğu gibi bir eser kaleme almak isteseydiniz hangi eserden ya da eserinizden, hangi yan karakteri seçerdiniz?
Behçet Çelik: Belleğin Girdapları romanımın anlatıcı başkahramanının üniversite yıllarındaki sevgilisi Nuray’ın hikâyesini sürdürmek isterim. Romanın anlatıcısının hayatından bir neden söylemeksizin çıkıp gitmiştir. Neler yaşamıştır, hangi nedenlerle sevgilisinden uzaklaşmıştır? Geçmişinde mi bir şeyler vardır, geleceğe bakışı mı büsbütün umutsuzdur? Bunların nedeni Belleğin Girdapları’nda yoktur, anlatıcı on yıllar boyunca merak etmiştir Nuray’ın neden gittiğini. Ben de az çok tahmin etmekle birlikte Nuray’ın hayatına ilişkin ayrıntıları merak ediyorum.
Hatice Günday Şahman:Edip Cansever’in “Masa da masaymış ha” dediği gibi bir masanız olsa, zamanın ve mesafelerin getirdiği sınırlamalar olmaksızın, hangi yazarları ya da kurmaca karakterleri konuk etmek, söyleşmek isterdiniz? Onlarla neler konuşurdunuz?
Behçet Çelik: Sorunuzda anmanızdan ötürü değil, ama gerçekten de Edip Cansever aynı masada oturmak istediğim edebiyatçıların başta gelenlerindendir. Ne konuşacağımızı bilmediğim gibi, konuşup konuşamayacağımızı da bilmiyorum. Bu çok sevdiğim şairin karşısında yersiz sözler etmekten çekineceğim için muhtemelen susarım. Onun da konuşmayı çok sevdiğini zannetmiyorum. Masada onun iki yakın arkadaşı Turgut Uyar ve Selçuk Baran da olursa ayrıca büyük mutluluk olur benim için. Onların masadaki varlıkları Edip Bey’i de rahatsız etmez nasılsa. Hep beraber kadeh tokuştururuz. Oldu olacak, Ruhi Bey’i de çağıralım, derim. Hep beraber susalım, yere dökülen un sessizliğine kulak verelim.
Hatice Günday Şahman:Yazarken çok beğendiğiniz, çok bağlandığınız cümleler olsa da bazen bu cümleler farklı nedenlerden dolayı metne dâhil olamaz. Siz bu cümleleri acımasızca ya da eliniz titreyerek siler misiniz? Yoksa farklı bir şekilde değerlendirir misiniz?
Behçet Çelik: Yazdığım metnin farklı versiyonlarını muhafaza etme eğilimindeyim. Tek bir doküman üzerinde çalışmam. Özellikle büyük bölümler kesip biçmişsem önceki halini de bilgisayara kaydederim. Bu, önceki versiyonu çok zaman yeniden kullanmam, ama anlatmaya çalıştığım ruh haline dair aklıma gelip de yazdıklarımın, ya da metnin akış ritminin örnek ya da denemelerinin elimin altında olmasını isterim. Dönüp bakma ihtiyacı duyarım bazen. Yazarken dağılan zihnimden uçan bir şeylerin tortuları kalmış olabilir önceki versiyonda. Oradan bir cümle çekip alıp kullandığım çok nadirdir. Bir de öykü yazmaya oturduğumda öykü bir yerden sonra ilerlemediğinde başlangıçtaki giriş cümlelerini silmeyip birkaç satır aşağıda öyküye yeniden başlamayı yeğlerim. İlk baştaki cümlelerde beni o öyküye yazmaya iten ruh hali, duygu vs hakkında ipuçları varmış gibi gelir. Onlara da bazen dönüp bakma ihtiyacı duyarım. Farklı versiyonlar arasında ilkini beğenerek yeniden ona döndüğüm de olmuştur – tabii, bir şeyleri değiştirerek.
Hatice Günday Şahman:Son cümleyi de yazıp bitirdiğiniz halde sonrasında vazgeçip yayımlamadığınız metinler var mı? Ya da tam tersi aylardır, yıllardır zihninizde gezdirip de bir türlü yazıya dökemediğiniz öykü uçları, roman taslakları var mı?
Behçet Çelik: Yayımlamaya karar vermediğim metinlerin henüz bitmemiş olduğunu düşünürüm, başka bir deyişle, bitmişse, bittiğine karar vermişsem yayımlatmak için girişimde bulunurum. Bir dergiye yollarım ya da kitaba almak üzere ayırırım. Bununla birlikte yıllar öncesinden dosyalarda kalmış (bence bitmemiş, bitmediği için yarım kaldığını düşündüğüm) kimi metinler var. Belki iyi kötü bir bütünlükleri de vardır, bir başkası onların bitmiş olduğunu düşünebilir, ama bir şey eksiktir ya da aksıyordur benim için, içime sinmemiştir, dolayısıyla bitmemiştir. Gelgelelim, bunları yeniden elden geçirmeye de pek yanaşmam, öyle dururlar durdukları yerde.
Birçok öykü ucu ya da üzerinde çalışırsam roman olabilir mi diye düşündüğüm bir şeyler zihnimde hep dolanıp durur. Aklıma böyle şeyler geldiğinde bir yerlere not alma huyum yok, aralarında unuttuklarım da çoktur. Romanlar daha uzun süre dolanıyor: Belleğin Girdapları on yıldan uzun süre dolandı durdu mesela zihnimde, Soluk Bir An’ın zihnimdeki konukluğu da beş altı yıl sürmüştür yazmaya oturana kadar. Zihnimde dolanan öykü uçlarını, sanırım, yazamamışsam zamanla unutuyorum. Şimdilerde bir-iki tane var, ne olduğunu bilemediğim bir şeyi, bir itkiyi bekliyorum oturup da onları bir öyküye çevirip çeviremeyeceğimi görebilmek için
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.