Benim için artık gurbet olabilir mi?
Nihat Genç
Önce şunu söyleyeyim, ben bir edebiyatçıyım. Bu topraklarda kitap satışları yüzbinleri iki yüzbinleri geçmiş bir yazar olarak tabii ki söyleyeceklerim var. Bir yazar çocukluğunu ilk gençlik yıllarını asla unutmaz, ben de unutmadım. Yazılarımda konuşmalarımda romantik hatta hezeyanvari tasvirlerimi artık tüm Türkiye biliyor. Her yerde her şekilde nerde söze başlasam nasıl başlasam mutlaka Trabzon”dan bir dipnot alıntı anı hikâyem mutlaka vardır. Bunu engelleyemem çünkü zihnim beynim yüreğim bu şehirde inşa oldu, duygularım, aşklarım, ailem, arkadaşlıklarım, denizim yağmurum kayalarım bulutlarım her şeyim bu şehirde içime ilk örnekler olarak yerleşti. Beni tanıyan milyonlar artık benim nerde doğduğumu hangi hikâyelerin içinden geldiğimi gayet iyi biliyor. Benim Trabzonlu olarak büyük bir şansım vardı, o da henüz beş yaşındayken çok evli babam bir gün annelerimin evlerini ayırmaya karar verdi ve bizim için kiracılık dönemi başladı. Sırasıyla, Sotka’da doğdum, Pazarkapı’dan aşağıya inerken eskiler bilir pastacı İsmail’in fırının arasından girerseniz soldan ikinci ev. Doğduğum hastane bugünkü Uzun Sokak girişinde Tabakhane yokuşunu çıktıktan sonra o ünlü konak ki, bu konak her defasında başka bir devlet dairesi oldu, şimdi nedir bilmiyorum. Sonraki evimiz Tabakhane deresinde, Tabakhane’den Ortahisar’a doğru giderken dereye inen surların yanından içeri girerseniz ve sağınızda ince uzun ve çok dar bir sokak gelir, işte orası. Sonraki evimiz Çarşı mahallesindeydi, o ünlü Madam’ın evinin arasında, İskenderpaşa İlkokulu’nun bahçe duvarına bitişik. Sonraki evimiz Lütfullah Sokakta Hatuniye Camii’sinin önündeki mezarlığın üstündeydi ve şimdi burası Tanjant yolu oldu. Sonraki evimiz Zağnos’tan şimdiki sigorta binasının önünden aşağıya doğru inerken hamamın altındaydı. Sonraki evimiz Hacıkasım’daydı ve sonraki evimiz Yenicuma’daydı ve sonraki evimiz Gülbahar Mahallesinde Atapark’tan Kavakdere’ye giderken fırına gelmeden sağda büyük bir eski konaktı ki şimdi yıkıldı. Ve tabii çabucak yazdım ve yine unuttum, bir de yine Gülbahar mahallesinde askerlik şubesi altında Kalçıoğlu sokağında oturduk. Bir de üstüne ağabeylerimin oturdukları yani çok sık gidip geldiğimiz semtleri sayarsak, mesela Ganita, mesela Kemerkaya, mesela Pazarkapı, mesela Bokludere. Böylelikle Trabzon’da girip çıkmadığım tanımadığım bilmediğim sokak yok. Binlerce evi binlerce simayı tane tane tanırım. İçime işlediler. Bir de çocukken maçlarda mısır satardım, İdmangücü, İdmanocağı maçları, bir de hemen her günümüz ya eski sahada ya da Trabzonspor’un eski lokali Hacıkasım’da geçerdi. Mesela Trabzonspor’da da hocalık yapan Sadi Tekeli’yle arkadaşlığımız yedi-sekiz yaşlarına kadar iner ve diyelim Hüsnü Özkara’yı ve nice futbolcuyla sinema önlerinden ara sokaklardaki kıran kırana maçlardan tanışırız. Bir de yaz ayları okul harçlığı çıkartmak ceket pantolon almak için fındığa giderdik. Bir de eylül aylarında Boztepe’ye bıldırcın avına giderdik, bir de Hacıbeşir deresinde fenerle balık tutmaya giderdik ve bir de Uzunkum’da yüzerdik, Faroz’da eski limanda yüzerdik, Moloz’da yüzerdik, Kemerkaya’da yüzerdik, Ganita’da yüzerdik ve Liman’da yüzerdik ve çok sonra Hos’ta yüzmeye başladık ve sonraki günlerimde de KTÜ tesislerinde yüzmeye ve ilginçtir Akçabaat’ta dahi yüzmeye giderdik. Bir de biz Maçkalıydık, babam l915’li yıllarda on beş yaşlarında Maçka’dan çıktı. Hacevara, yeni adı Yeşilyurt, böylelikle her yaz köyümüze giderdik. Köyümüz hem Hacevara’ydı hem de tam karşısında Kondu’nun altı Kapıköy”dü. Ve tabii ki Zigana. Bir de babam l960″lı yıllara kadar kamyon şoförü ama 60’tan sonra taksiciliğe döndü ve bu taksiyle gitmedik dağ köyü kalmadı. Sis yaylasını Düzköy yaylasını bütün neşesiyle bütün çimenleriyle ve o çimenlerin içindeki her bir minicik çiçekleriyle iyi bilirim. Bir de Trabzonspor maçlarına giderdik, mesela Ordu maçları meşhurdu, Ordu’ya onbinlerce taraftar gittiğimizi ve Ordu’da yediğimiz gondol pideleri unutamam. Sotka’dayken Şenol Güneş’ler komşumuzdu, Lütfullah Sokaktayken Ahmet Suat Özyazıcı, Hacıkasım’dayken Özkan Sümer komşumuzdu ve Lisenin önündeki kıran kıran mahalle maçları. Ve Gülbahar’daki kıran kırana mahalle maçları ve Ziya Bey sahasındaki ölümüne tekmeli kavgalı maçları. Ve yaz akşamları sahil turları. Ve ilk gençlik ilk maceralar Ganita Çay Bahçesi ve ilk danslar ilk bakışmalar Kale’deki düğün salonu ve gece yarısı Kale’den kapkara Karadeniz’e hafif çakır bakıp iç geçirmeler. İçin içine sığmamalar. Aşırı arkadaşlıklar, aşırı kavgalar, aşırı aşklar, aşırı ölümüne delikanlılıklar ve şehrin dar gelişi. O şehirde kalsaydım ya ikinci ligde bir takımda ya da bir mafyavari ağbinin yanında bitirim alemindeydim. Benim hayatıma karar verdiğim l970’ li yılların ortasında o şehir insanlara üç şey vaat ediyordu ya topçu olacaksın ya çakal âleminde sürteceksin ya da üniversiteye gideceksin. Şundan emin olun topçu ya da çakal âleminde kalsaydım da fena olmazdı, çünkü, o âlemlerdeki arkadaşlıklarım hiçte fena değildi, girmediğimiz kavga ve düzgün sakin geçen tek günümüz yoktu. Sakin bir gün yaşansa dahi gece bitmeden yine alevlenir birilerine bahaneyle dalardık olmadı birbirimize girerdik. Böyleydik, niçin inkâr edeyim. Aşırı bir heyecan ve içimize sığmayan bir delikanlılık vardı ve gözü peklik ve delikanlılık güya her şeyimizdi. Trabzon bana çok şey verdi. Çok şey az kalır, dünyaları verdi. Bana türküler öğretti, denizleri öğretti, bulutları öğretti, yağmurları öğretti, kayaların içinde çimlenen minik kadife çimenleri öğretti, sipsi sürülerini tanıttı, boklu dere ağızlarında kefalleri tanıttı, sabahlara kadar şehri esir alan dev bayraklı rüzgârları öğretti. Hani aylarca yağmur yağar ve yağmur bittiğinde şehrin kaldırım taşlarında tek bir yağmur tanesi ıslaklık bulamazdınız. Sorardınız nereye gitti bu yağmurlar, kim çekti içine, bu şehir bu yağmurları nasıl emdi neresine gömdü. Öfkelerimiz deliliklerimiz serseriliklerimiz evet hepsi kötüydü belalıydı ama şehir o zamanlar bu kadar yolunu kaybetmiş gencin öfkesini diklenmelerini kavgalarını kaldırıyor içine alıyor ya da ne bileyim, bağışlıyordu bizi. Alt tarafı bu şehir kayalar üstündeydi ve Trabez denilen masa büyüklüğünde bir kaya demekmiş, bu kayaya kafalarımızı çarptık tekmeledik. Turladık, bir daha turladık. Sabahlara kadar gözyaşlarımızı, hıncımızı tarifsiz ve deli hırsımızı kudurmuşçasına boca ettik ve bu büyük kaya ve bu tarihten büyük kaya hepsini kaldırdı temizledi yani sarıldı öptü bizi. Şehrin üstüne oturduğu bu büyük kaya kitlesini iyi bilirim, üstünde istediğiniz kadar yollar açın istediğiniz kadar çırpının zıplayın tıın demez, bana mısın demez. Beni büyüten yüreğimi kaslarımı duygularımı beynimi büyüten işte bu büyük kaya’dır. Bir zamanlar o kayanın üstündeydim. Fütursuzca, delice o kayanın sırtında turluyor, sokak aralarından denize, denizden tepelere bin defa o kayanın üstünde dolanıyordum. Sünger gibiydi. O yıllarda fark etmedim, o kayanın beni besleyip büyüttüğünü. Şimdi yıllardır gurbetteyim ve o büyük Trabzon’un üstüne yerleştiği o büyük kaya şimdi benim sırtımda. Nereye gitsem onun ağırlığı altındayım. Ne konuşsam, ne düşünsem o büyük şehrin o kocaman kayası dev bir transatlantik gibi gelip sırtıma çıkıyor, beynime çıkıyor. Ben artık nereye gidebilirim. Ben hep kayanın altındayım, ben artık Trabzon’dan uzak kalabilir miyim, benim için artık gurbet olabilir mi?
Bu soruları başka yazarlara sorun, edebiyatı sevenlere, şiiri sevenlere, Trabzon’a hasretle yazılar yazıp türküler söyleyenlere söyleyin. Ben o kayadan kurtulamadım. Beni zapt edip dizginleyen o kayaydı beni şımartan bana dayılık öğreten o kayaydı. Beni dünyaya fırlatan o kayaydı. O tarihin rüya şehri Sibirya’dan, Kafkasya’dan binlerce katarla gelen dünyanın yağmurlarına bana mısın demiyordu, ama, aradan belki kırk yıl geçti, ne zaman o daracık sokaklarına girsem gözyaşlarımı heveslerimi içim içime sığmadığı günleri ve surların sırtlarında kadifeleşmiş çimenleriyle gizlice ağlaştığım günleri buluyorum. O kaya Roma’ydı Bizans’tı Osmanlı’ydı bilmem, o kayanın dokuları başkaydı. Turistler, fotoğraf makineleri, belgeseller o kayayı bin defa çekseler görseler tanıyamazlar, o kaya başka bir dünyanın Tanrı’sıydı. Belki de ilkel Afrika yerlilerinin her akşam etrafında acayip çığlıklarla döne döne dans ettikleri totemdi, işte belki de durmaksızın o kayanın üstünde tepinip debelenip delilenip turlamalar bana ve tarihin derinliklerindeki milyonlarca Trabzonlu çocuğa başka tür bir enerji yerleştiriyordu. Bitmeyen türden enerji… Doymayan enerji… Dünyayı fethetmek isteyen enerji… Dünyaya koşmak isteyen bir enerji… Dünyayı umursamayan bir enerji…Herkese aşık olan enerji, herkesle kavga eden bir enerji, hiç kimseyi beğenmeyen bir enerji, herkese meydan okuyan bir enerji… Trabzon şehrini istediğiniz kadar yıkın yollar açın Trabzon’a istediğiniz kadar greyderleri sokun, vahşiler gibi her sokağını parçalayın, iptal edin, mahvedin elinizden ne geliyorsa yapın. O kaya, Trabzon’un üstüne oturduğu o kayayı yıkamazsınız. O büyük enerjiyi oradan alamazsınız. O kayanın üstüne nice şehirler gelip oturacak, nice yüzyıllar nice milyonlarca genç farklı bambaşka şekillerde Trabzon’lar içinde büyüyecek, fark eden hiçbir şey olmayacak, çünkü o şehrin trafosu tarihin baş edemediği o dev kayadır. Anadolu’nun transatlantiği o kayadır. Sanatın, sinemanın, kavganın, siyasetin, türkünün, hasretin, yıldızların, dalgaların, rüzgârların hepsinin gelip kafasını vurduğu delilendiği doyamadığı ölümüne kavga ettiği o kayadır.
bu yazı ilk olarak ada dergisi’nin karadeniz kültürü dosyasında yer almıştır.