Hikâyenin ve ona bağlı olarak anlamın öyküden kovulduğu, sözcük oyunları ve deneysel biçimcilikle yetinildiği zamanlarda bile, bir hikâye anlatıcısı olarak yerini, geniş bir okur kitlesini de arkasına alarak savunmuş yazarımızdır Haldun Taner. Yazdığı öykülerle ve öykü üzerine düşünceleriyle sağlam bir kale inşa etmiştir adeta. Kendi ifadesiyle, “ Herkesin anlayabileceği halkçı üslup” yaratma ideali hem öykülerinde hem de epik ve kabare oyunlarında başat unsurdur. Batılı ve medeni toplumların aksayan yanlarını gözü kapalı taklit edenlere yönelttiği eleştirileri toplumun her kesimindeki insanlara olduğu kadar yazarlara da yönelik olmuştur.
“ Salt İnsana Yöneliş” adlı öyküsü o günkü edebiyat çevrelerini eleştiren bir öyküdür. Gruplaşmaları, gruplar arasındaki atışmaları, dayanaksız eleştirileri, kendi edebi anlayışını tam oturtamamış fakat başka anlayışları küçümseyen, sataşan grupların olduğu bir ortam çizilir öyküde. Haldun Taner yazın dünyasındaki grupların her zaman dışında kalmış, ilk öykülerinden itibaren çizdiği edebi yolu tutarlı bir biçimde yürümeye devam etmiştir.
“ Bizim geleneklerimizden, bizim insanımız ve konularımızdan yola çıkıp, bütün bunları öz Türkçemiz ve bize özgü bir görüş biçimi ile çağdaş dünyanın verileriyle aktarmak” ilkesiyle yola çıkmış olan yazar, doğaldır ki yapay, bize özgü olmayan, halka inemeyen, bir grup seçkin çevrenin edebiyatını eleştirir. Entelektüel yazmayı halktan kopuk yazmakla bir tutar.
Öykülerindeki dilin kullanımı konusundaki tutumunu şöyle ifade eder bir söyleşisinde:
“ Ataç beni, hikâye ve oyunlarımda yeteri kadar arı Türkçeye özen göstermediğim için kınıyordu. Bense toplumu, emeklisi, dulu, züppesi, aydını genci, çarıklı kurmay politikacısıyla yansıtmaya kalkan bir yazarın ille onların söz dağarcığından, cümle yapısından da yararlandığı kanısındayım….Herkes aynı düzen arı Türkçe konuşsa , ortada diyaloğun rengi diye bir şey kalmaz. Ayrı yaşlarda, ayrı cinslerde, ayrı yaratılışlarda, ayrı zevklerde, ayrı eğitimlerden geçmiş insanlara nasıl üniforma giydiremezsek onları tek düzende konuşturamayız.”
Haldun Taner halktan seçtiği kahramanları, yine halkın anlayacağı, onlara yakın, onlardan biri olarak ve nitelikten ödün vermeyen bir dille anlatır. Yine bir söyleşisinde “ Niçin hikâye,” diye sorulduğunda yanıtı, “ Hikaye bir iletişim ihtiyacını karşıladığı için,” oluyor. Bu onun öykücülük anlayışının bir özetidir aynı zamanda.
Bu nedenlerden dolayı da “ açık seçiklik, sadelik yazarın birinci nezaket borcudur,” der Haldun Taner.
Öykülerinin ayırt edici özelliklerinden biri de insanı merkez alan mizahtır kuşkusuz.
“ İroni galiba daha çok yaşamın kendisinden kaynaklanıyor. Yaşam ve insanlar o kadar çelişkili ve değişken ki, en sıradan kahramana, en önemsiz ayrıntılara bakarken bile bu ironiyi yakalamak güç olmuyor. Önemli sayılan çok şeyin önemsizliğini, ağırlık sayılan çok şeyin hafifliğini, zorbalığın, fanatizmin, bilgiçliğin, budalalığın, ikiyüzlülüğün, kendini aldatışın, dalkavukluğun, batıl koşullanmaların, ipini pazara çıkarıcı ama bunu bağırganlıkla değil, usul usul yapan ince bir alay…” derken, “ Beni mizah yazarı sayıyorlar. Evet, benim hikâyelerimde gülümsenebilir bir şey var. Dünyanın en karamsar insanları mizahçılar oluyor,” diye de ekler başka bir söyleşisinde.
Öykülerinde ele aldığı konular, her devirde ve bugün bile hâlâ, üzerinde çokça düşünülmesi gereken meselelerdir. Bunları ele alışında mizah unsurlarını kullanıyor olsa da bakıldığında iç acıtan bir tat kalır bazı öykülerinden geriye. Mizahın altında görünen ya insani bir trajedidir ya da toplumsal bir yaradır. Bu yüzden gülümsememiz, acı bir tebessümdür onun öykülerinde.
Mizah onun okurla iletişim kurma yöntemlerinden biridir aynı zamanda. Kahramanının ikiyüzlülükleri, hataları, zayıflıklarıyla alay ederken okuru da bu eğlenceli oyuna katılır ve yazarıyla bir ortaklık içine girer. Bu ortaklık yazarla kurulan bağlardan biridir bence.
Haldun Taner dilde, anlatımda ve kurgulayışta geleneğe yaslanan klasik tarzda öyküler yazmakla birlikte kendi özgün temalarını işlemiştir çoğunlukla. Öykülerinde toplumun her kesiminden insanlarla karşılaşırız. Her gün sokakta, vapurda karşılaştığımız sıradan, bildik, tanıdık insanlardır bunlar. Giderek bütün bir şehrin, İstanbul insanının öyküsünü okuruz. O kişilerden yola çıkıp, toplumsal bir soruna veya evrensel sorunlara açılır öyküler. Gittikçe derinleşir. Mizah bu derinliği daha da kalıcılaştırır, altını çizer. Öykülerdeki bireyler hiçbir zaman toplumdan kopuk, kendi iç dünyalarında yaşayan kişiler değildir. Aksine, mahallede, kahvede, vapurda bir aradadırlar. Birey, toplum ve doğayla birlikte verilir öykülerde.
Haldun Taner’in öykülerinde doğa bir kahramandır. Ağaçlar, hayvanlar, deniz…Doğayı tahrip ederek ilerlemeye çalışan insanı konu alır “ Bir Kavak ve İnsanlar” öyküsü. Tam da bugünün insanının ilerleme anlayışına cevap olarak okunmalıdır bu öykü. Öyküde, yerine fabrika yapılması için sahilden kesilip, telefon direği olarak dikilen kavak ağacı, dikildiği yerde yeniden filizlenir. Parçalara ayrılır, yakılır. Bu kez de külleri denize, oradan buharlaşıp havaya ve toprağa geri dönecektir. Doğanın kendini, insanın tüm yıkıcı uğraşlarına rağmen var olmaya çalıştığına güzel bir örnektir bu öykü.
Bana göre Haldun Taner sözlü edebiyat geleneğimizdeki hikâye anlatıcılarının son temsilcilerinden biriydi. Çünkü o öykülerini anlatır bize. Vazgeçemeyeceğimiz hikâye dinleme keyfini onun öyküleriyle yaşarız. Belki de bu yüzden öyküleri yazıldığı yıllar olan 50’li yıllarda hem edebiyat matinelerinde sevilerek dinlenen hem de en çok okunan yazar olmuştur.
Böyle olmasında kuşkusuz, okuruyla kurduğu dolaysız, samimi, içten bağın yanında öykülerinin merkezine hep insanı almasıydı. Öykülerinin birçok dile çevrilmesine ve günümüzde de hâlâ okunuyor olmasının nedenidir bana kalırsa. Onun şu sözlerini hatırlatmak istiyorum.
“ Siz dünyanın bir ucunda tüm gözlerin üzerinize çevrildiği bir yerde, biz dünyanın öteki ucunda ayrı uluslardan olsak da, aslında yazarlar sadece kendilerinden oluşan tek bir ulustur: Yazarlık ulusu…Çünkü nerede bir acı varsa yüreğimiz aynı anda sızlar.”