Henüz kâğıda dökülmeden önce bir cümlenin varlığına inanmak nasıl bir şeydir, ben bunu öykü yazarken öğrendim. Zihninin bir yerlerinde gizli olduğunu bildiğin o cümleyi oradan çıkarmak için bir kâğıdın başında beklemenin, yazıp yazıp üzerini karalamanın nasıl giderek takıntıya dönüştüğünü de. Yazmadan rahat edemeyeceğiniz o cümlenin neden orada olduğunu ve neden yazılmak istediğini düşündükçe iş içinden çıkılamaz bir hal alıyor. İçten içe o cümlenin yalnız olmadığını, ardı sıra bir öyküyü sürüklediğini de biliyorsunuz. O sadece öykünün kapılarını ardına dek açacak bir anahtar.
Bütün bunlar öykülerin başlangıcına ait oluşumlar. Hem gerçek hem gerçeküstü. Tanımlayamayacağımız, bir başkasına anlatmakta zorlanacağımız, yazana bile kendini asla tam olarak ele vermeyen bir uğraş.
Buna rağmen durmadan soruyoruz, “Neden yazdın bu öyküyü ve nasıl yazdın?” Bilmek bazen büyünün bozulması anlamına da gelse merakımıza yenik düşüyoruz her defasında. Neden ve nasıl? Yazarların bu iki sorunun cevabını bildiğini varsayıyoruz ve bize anlatmalarını istiyoruz. Hayır, bilmiyorlar. Ama evet onlar yazmak denilen ve tanımlanamayan bu oluşumun en yakın tanığı. Hepsi bu, sadece tanığı.
Ben de şimdi oluşumuna tanıklık ettiğim bir öykümle ilgili neler söyleyebilirim, bunu düşünüyorum. Bu neredeyse o öyküyü yazmak kadar zor. Çünkü bazen sadece yaşarsınız. Yaşadıklarınızı yazmaya çalışmak onu yeniden üretmektir. Her üretimin biraz saptığı, kendi gerçeğini kurduğunu da bildiğimize göre ben size olanları olduğu gibi anlatamam. Olsa olsa yeniden kurgularım. Dolayısıyla biz kurgunun kurgulanışını okuduğumuzu düşünürüz fakat okuduklarımız da bir kurgudan ibaret olacaktır. Bunu bilerek başlayalım o halde.
O adamı ilk düşlediğimde ince gövdeli ağaçların arasındaydı. O ağaçlar gibi ipince, uzun gövdeli, onlar gibi rüzgârla sallanıyordu. Toprağa sağlam basmış değildi, uçtu uçacak… Bunun kendinden emin olmayışının bir işareti olduğu belliydi. Titremesi, her an arkasını dönüp gidecek gibi duruşu hep korkaklığından, öne bir adım atma cesareti gösteremeyişindendi. Meğer ağaçların arkasına saklanması da bu yüzdenmiş. Görülme korkusundan, kaçmaya pay bırakmak için. Ona söyleyecek bir çift sözüm vardı. Benim değil elbette, öykünün anlatıcısının. İlk dedi ki,
“ A kuşluğun önünde durmuş adam, a yüreği yarılasıca.”
Benim de defterime yazdığım ilk cümle bu oldu.
Bunu yazar yazmaz zihnimde daha bir ete kemiğe büründü o adam. Nedense ona bir kızgınlığım, bir ilencim vardı. Üstelik kendim için değil, başka birisinin hırsı, öfkesini güdüyor olmalıydım. Ben, dediğim kim miydi? O ormanda duran adamı gören, onun baktığı tepedeki bir kadını düşleyen… O kadının vakitli vakitsiz evine girip çıkmış, kara bir yılan gibi bacaklarına dolanmış, kendisi yetmezmiş gibi bir de eve başka erkekleri de buyur etmiş bu adam… Nasıl oluyordu da o kadının hakkını koruyordu sonuna kadar. Ormandaki, güya sevginin adıyla anılacak adam, nasıl oluyor da, başkalarının bir sözüyle dönüyordu gerisin geri. Anlatıcı adam buna kızgındı.
O, tepenin başında bir evde…
Bir yer evi, kulübe gibi, derme çatma, bir ev. Kapsının önüne bir sedir konmuş, peynir tenekelerine sardunyalar ekilmiş, beton avlusunda, taş yalaklı bir çeşme, kurnası bozuk.Bunları öyküde yazmadım ama gördüm zihnimde o evi, şimdi de görüyorum.
O evde bir kadın. Zayıf, uzun boylu, çiçekli entarili, iri gözlü, iri bakışlı bir kadın; Zatinur. Tek başına yaşıyordu.
Öykünün büyüsünü bozma pahasına itiraf ediyorum bu ismi takvim yaprağında gördüm. Kız adı Zatinur, diye okur okumaz onun hikâyesi doğdu zihnimde. Kahramanlarımın ilk önce isimlerini bulduğum doğru. O isim nereden gelirse gelsin, duyduğum ya da okuduğum anda bende doğduğu, hem de hikâyesiyle birlikte aklıma gelip yerleştiği doğru. Bu, hepsinde böyle oldu. Cemafer, Handi, Tuğla Ağan, Zarif, Topuz… Kim varsa yazdığım, hepsi önce adlarıyla geldiler, hemen ardından hikâyeleriyle… Bana da sadece onları yazmak kaldı.
Zatinur, ömründe ilk kez âşık olmuş. Kocası varmış bir zamanlar, çocuk yaşta evlendirildiğinden sevmenin ne olduğunu bilmemiş. Evine giren çıkan adamlara da ses etmemiş, sırf uysallığından, öyle söylüyor evin girdi çıktısını ayarlayan adam. Ama sanki anlıyor halden ve üzülüyor kızın haline.
“ Ormandaki mi?”
“ Hı hı…”
Kız, o hayal, yok öyle bir şey, diyeceğim… Diyemedim. Ömründe bir hayali olmamış ki ne bilsin.
“ Öyle olsun,” dedim ama yüreğimden de bir ağlama isteği geçti o saat. Vay, dedim içimden, babanın şarap çanağına… Bu dünya ne ister şuncacık kızdan.
Böyle yazılınca defterin sayfalarına kızın hali gözümde bir başka canlanmaya başladı. Yılların uysal Zatinur’u bıçak bakışlı, dik duruşlu bir hal aldı adamın karşısında. Şimdi yanaşmaya kalksam beni bile doğrar atar, diyor anlatıcı, bu değişime şaşkın. Nereden geldiyse kızın üzerinde bir hal…
Ormandaki mi, diye soruşu ondan. O adamı belli ki uzaktan görmüş, tutulmuş. Belli ki bir sözü olmuş adamın ona, öykünün başında çeyiz sandığı hazırlar gibi eşyasını topladı Zatinur. Gece evinin önünde oturunca başının üstündeki yıldızlar gibi gözler açıldı kadının üzerinde. Yüzlerce göz… Zatinur dünyayı ilk kez o yeni gözlerle görmeye başladı. Evine, eşyasına, çevresine, hayatında olup bitene. Aşkın gücüydü kadını böyle uyandıran . O aşkla baktı çevresine.
Ya ormandaki adam? Geri dönmeye teşne, ayakları gülle gibi gömülmüş toprağa. Etraftaki insanların Zati için neler söylediğini duymuş. Kirlidir, demişler kadın için. O da buna inanmış. İşte anlatıcı adam en çok buna kızgın. Bir küfür gibi çıkıyor ağzında sözcükler.
“ Ben Zati’ye kirli diyenin alnını karışlarım. Kafalarını koparıp gerilerine veririm ki kendi kıçlarındakini görsünler.”
Defterime bunları yazınca bir şaşkınlık da ben de oluyor. Asla kullanmayacağım sözler bunlar. Ama bu öykünün tek yazanı ben olmadığımı gösteriyor bu cümleler. Bunlar o adamın sözleri. O adam böyle konuşuyor, bunlar geçiyor o an aklından. Eğer ben aklından geçenleri kendi görgüme, düşünceme göre değiştirirsem o adam asla doğmaz. Kişiliği kullandığı sözcüklerle şekilleniyor. Bu yüzden karışmıyorum.
Söylediklerine şaşırdığım kadar hayret ediyorum bu adamın Zati hakkında düşündüklerine. Bunların altında kendince, ormandaki o adamınkinden daha güçlü bir sevgi bağı olduğunu seziyorum. Ama daha fazla tek laf etmiyorum bunun hakkında.
Zati ormandaki adam arkasını dönüp gidince yine güçten düşmüş birdenbire. O bıçak bakışı silinmiş. Evinin bütün eşyasını toplayıp yakmış o acıyla. Ama üzerinde açılan o gözler, hayır, onlar kapanmamış. Dünyayı o gözlerle görmeye devam ediyor Zati. Karşısında, “Toparlan, akşama gelenler olur,” diyen adama, öyle bir bakıyor ki, yüz, bin, milyon gözüyle, baktıkça çoğalıyordu gözleri, adam korkusundan bir daha ağzını açmıyor.
Zati benim zihnimde doğmuş, benim elimle yazıya dökülmüş olabilir ama biliyorum ki o benden bağımsız olarak bir yerlerde yaşıyor. Yazılırken de başına buyruktu, şimdi de öyle. Bu yüzden neden ve nasıl yazıldığının yanıtını da sadece o biliyor.