Yeni bir kitaba başlarken her seferinde farklı bir heyecan duyuyorum. Yeni hayatlar, farklı mekânlar, çeşitli inançlar, keşfedilmeyi bekleyen yaşanmışlıklar… Dinlerin, dillerin, kentlerin büyüsüne kaptırıyorum kendimi. Hayatın içinde sürüklenirken göz ardı ettiğimiz ayrıntıları okumak, yeni yazarları keşfetmek, farklı yazı tekniklerine rastlamak çoğu kez bir arkeoloğun kıymetli bir eseri bulması gibi heyecan veriyor bana. Ne yazık ki birçok okur gibi ben de okuduklarımın büyük bir kısmını bir süre sonra unutuyorum. Roman yazarı James Collins’in dediği gibi “Kitapların firari içeriği, ışığın bir camdan geçmesi gibi, zihnimizin ruhumuzun içinden geçip gidiyor.” Beni bekleyen hazin sonu bile bile, her defasında bu serüvene atılıyorum. Okunan kitaplar unutulsa da sanırım belleğimde ve yüreğimde kalan tortularla yaşamayı seviyorum.
Kitaplardan bana kalanları; öğrencilerimle, dostlarımla, kitapseverlerle paylaşmayı önemsiyorum. Çünkü kitabın, insanlık için bir çıkış yolu olduğunu düşünüyorum. Binlerce insanın tecrübelerinin, düşüncelerinin, duygularının ürünü olan eserleri; kör inançlardan, baskıdan, tutsaklıktan kurtulmanın anahtarı olarak görüyorum.
Neden okuduğumu anlattığım bu girizgâhtan sonra neler okuduğuma geçeyim. 2021 yılında, Türk ve dünya edebiyatından birçok eser okudum. Roman, hikâye, deneme, şiir kitapları, dergiler…Birbirinden kıymetli bu eserlerden roman türünde seçtiğim on eseri sizinle paylaşmak istiyorum.
Pedro Paramo-Juan Rulfo
Pedro Paramo, Juan Rulfo’nun yaşamı boyunca yazdığı iki kitaptan biri. Geleneksel zaman sıralamasına uyulmadığı için öyle bir solukta okunamıyor. Fakat roman teknikleri ile ilgilenen okuyucular için eşsiz bir yapıt olduğunu söyleyebilirim. Büyülü gerçeklik dediğimiz doğaüstü olaylarla karşılaşıyoruz eserde. Mekân ve karakterler bu olaylarla uyum içinde.
Eser “Comala’ya geldim, çünkü bana babamın burada yaşadığı söylendi. Pedro Paramo adında biriymiş.” cümleleriyle açılıyor. Annesi tarafından Comala adlı bu hayalet kasabaya gönderilen Juan Preciado orada ölülerle ve ruhlarla karşılaşıyor. Hışırtılar, fısıltılar, yankılar, kahkalar…Tüm sesler ölüler aleminden geliyor. Çok katmanlı romanda Juan Preciado’nun babası Pedro Paramo; yasaları yok sayan, kasabalıyı sömüren tembel, kurnaz, ahlaksız bir adam. Başka başka kadınlardan olan oğullarının yaptığı ahlaksızlıkları görmezden gelen bu ruhsuz adam, tüm ömrünce tek bir kadını seviyor. Susanna San Juan.
Eser, Meksika halk geleneğinden örneklere de yer veriyor.
“Sevdiğim bana bir mendil verdi
Kenarları gözyaşıyla oyalı. “
Kapı-Magda Szabo
Yazmaya şiirle başlayan Magda Szabo’nun 13 kitabı var. Kitapları otuzdan fazla dile çevriliyor. Kapı, yazara Fransa’nın en saygın ödüllerinden Femina’yı kazandırıyor.
Otobiyografik ögeler taşıyan Kapı’da olaylar Budapeşte’de geçiyor. Kadın yazar ve kocası, kendilerine ev işlerinde yardımcı olacak yaşlı bir hizmetçi buluyorlar. Yaşlı hizmetçi Emerenc çok ilginç biri. Nobel Ödüllü Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanların uşağı “Stevens” kadar iyi çizilmiş bir karakter bence. Bu çalışkan hizmetçi sadece kendi kurallarına uyan evlere hizmete gidiyor. Emerenc, boş vakitlerinde sokakları süpürüyor, dışarıdaki karları temizliyor. Fakat karlı günlerde kimsenin evine gitmiyor. Bu günlerde ”Herkes işini kendi yapsın.” diyor. Gizemli hizmetçi, evine hiç kimseyi sokmuyor. İçeride ne olup bittiğini hiçkimse bilmiyor. Komşular, evinde birçok kedi olduğunu söylüyorlar. Hayvanlarla arası çok iyi yaşlı kadının. Kitaba isim olan kapı, yalnız bir kadın olan Emerenc’in kendi dünyasının kapılarına dışarıya kapadığını anlatan bir metafor.
Sert mizaçlı, çalışkan aynı zamanda dik kafalı bir kadın Emerenc. Prensiplerinden ödün vermeyen inatçı hizmetçi ve yazar arasında zaman zaman çatışma yaşansa da güçlü bir bağ, onları birbirlerine bağlıyor. Genç yazar, Emerenc’ten hayata ve ölüme dair çok şey öğreniyor.
Sade bir dille yazılan bu etkileyici yapıt, derin anlamlar içeriyor.
“Emerenc’in hayatta inandığı tek bir şey varsa o da zamandı. Onun kişisel mitologyasında zaman, ömür boyunca yaşanan olayları öğüttükten sonra herkesin getirdiği çuvallara doldurup duran ebedi bir değirmenci gibiydi.”
Miras-Vigdis Hijorth
Roman, görünürde dört kardeşten oluşan bir ailenin miras kavgasını anlatıyor. Fakat derinde bütün bir ömrü etkileyecek bir travmayı, psikanaliz sınırları içinde okura aktarıyor. Türk ve dünya edebiyatının birçok eserinde yer alan Freud kuramı, Miras’ta da başköşede yerini alıyor.
Bergjlot, bastırılmış, korkunç ve dayanılmaz hikâyesini aktarıyor okura. Torunları olduktan sonra bile o acı hatıralarıyla baş etmeye çalışıyor. Bilinçaltına itilen gerçekler, bazen rüyalar aracılığıyla yüzeye çıkıyor. Ailesiyle ve geçmişiyle olan savaşında dostları onun yanında yer alıyor. Fakat ne gördüğü tedavi ne de arkadaşları yaralarını iyileştirebiliyor. Tüm yaşananların sorumlusu babası ve hiçbir şey olmamış gibi davranan korkak annesi onun dününü, bugününü ve geleceğini mahvediyor.
“Bağışlama yetisine sahip değildim. Ama unutuşun denizine atmak? Havaya kaldırıp ışıkta incelemek, onaylamak, kabul etmek ve sonra unutuşun denizine atmak? Bunu da beceremedim. Çünkü bu, tek tek olaylardan ibaret değildi. Bitmiş bir hikâye değil, ardı arkası gelmeyen bir incelemeydi, çıkmazlarla ve sinir bozucu geri dönüşlerle dopdolu, elzem bir kazı çalışması. Ve kayıp çocukluğum, bu kaybın durmaksızın geri gelmesi olduğum kişi olmamı sağlamıştı, varlığımın bir parçasıydı bu, içimdeki en ufacık duyguya bile nüfuz etmişti.”
Kumların Kadını-Kobo Abe
“Bir ağustos günü bir adam ortadan kayboldu. Bir tatil gününde buharlı trenle yarım günlük mesafedeki sahile doğru yola çıktı ve kendisinden bir daha haber alınamadı…”
Hikâye, kitap arkasında yazan bu olayla başlar. Romandaki başkarakter, böceklerle ilgili araştırma yapmak için yolculuğa çıkan bir öğretmendir. Kumlarla kaplı mekânda bir eve giren adam, orada bir kadınla karşılaşır. Sonrasında adamın kumla imtihanı, varoluşsal bir çizgide ilerler. Kahramanın çabası, bana “Körlük” romanındaki karantinaya giren insanların pislikten arınma mücadelesini hatırlattı. Adam, düştüğü ortamdan kurtulmak için sürekli bir çıkış arar. Kitaba adı verilen kadının sakinliği ve yer değiştirme isteğinin olmayışı da kadercilik anlayışı ile açıklanabilir. Romanda; çiçeğin, böceğin, örümceğin “mantıksız zinası” anlatılırken sıkışmışlık, yalnızlık, dönüşüm , cinsellik, vicdan muhasebesi gibi kavramlar ele alınır. Henüz Japon edebiyatı ile tanışmadıysanız bu eser sizin için iyi bir başlangıç olacaktır.
Beton-Thomas Bernhard
Kitabı anlamak için Avusturyalı yazar Thomas Bernhard’ın hayatını bilmek gerekiyor.
Gayrimeşru bir çocuk Bernhard. Anne şefkati olmadan büyüyor. Aradığı tüm ilgiyi başarısız bir yazar olan dedesinde buluyor. Yazar, yirmili yaşlarda akciğer hastalığı geçiriyor, uzun süre hastanede yatıyor. II.Dünya Savaşı’nın puslu ortamı ruhunu yıpratıyor. Salzburg’ta kaldığı yatılı okul da yüreğinde derin izler bırakıyor. Dönemin karanlığı, düzen, şefkat yoksunluğu içinde geçen ilk gençlik yılları, ünlü yazarın yaşadığı o güzel şehirden nefret etmesine sebep oluyor. Hayatı boyunca her şeye, herkese öfke duyuyor. Beton, Thomas Bernhard’ın yaşadığı tüm bu karamsar ve umutsuz havayı yansıtıyor.
Beton, biçim olarak alıştığımız romanların dışında. Bitmeyen tek bir paragrafla yazılmış. İlk sayfalardan itibaren gözlemlenen dil tekrarlarının, takıntılı birine ait olduğu anlaşılıyor. Kitap kahraman anlatıcı bakış açısı ile yazılmış fakat yazar, romana başlarken ve romanı bitirirken farklı bir anlatıcı varmış gibi davranıyor. Başkarakter Rudolf, besteci
Felix Mendelssohn Bartholdy üzerine bir yazı yazmaya çalışıyor. Ablası ile yaşayan kahraman, onun kendini mahveden varlığı altında eziliyor ve çareyi ortam değiştirmekte buluyor. Kaçtığı yerde yalnızlığından, bunalmışlığından kurtulamıyor. Devletin, kilisenin, toplumun çürümüşlüğüne şahit oluyor. Ablasına, kadınlara, toplumun elit kesimine ve tüm insanlara öfke duyuyor. Öfkesi gittikçe büyüyor. Betonlaşmış, soğuk dünyayı karşısına alan Rudolf, en çok ölüleri seviyor.
Peygamberin Son Beş Günü-Tahsin Yücel
1992 yılında yayımlanmış olan roman, 1940’lı yıllarda yaşayan solcu gençlerin hikâyesini anlatıyor. Eser, Rahmi Sönmez ve Fehmi Gülmez’in ömür boyu sürecek dostlukları ile başlıyor. Fehmi Gülmez, rakı masasında arkadaşları ile otururken herkes tarafından dinlenen biri olması dolayısıyla arkadaşı Matrakçı Maruf tarafından “peygamber” lakabıyla çağrılıyor ve bu lakap daha sonraları da herkesçe kullanılıyor. Peygamberin tüm hayatı “Marksizm” öğretilerini öğrenmekle geçiyor. En büyük akıl hocası büyük bir aşkla evlendiği ve hayranlıkla bağlı olduğu eşi Feride. Feride, çok güçlü ve inatçı bir kadın. Tahsin Yücel’in diğer karakterleri gibi çok canlı. Feride’nin fikirleri eser boyunca hatta kitabı kapattığımız da bile devam ediyor.
Romanda çok fazla karakter yok. Rahmi Sönmez’e hayatını veren ama hiç sevilmeyen zavallı, bahtsız Zarife; ideolojisini terk eden fakat dostundan vazgeçmeyen Fehmi Gülmez romanın önemli kişilerinden.
Peygamber ve çevresindekiler, sözümona ülkenin yazgısıyla ilgilenen aydınlar, halkın içine karışmaktan rahatsızlar. Kitaplardan öğrendikleri ideolojileri oturdukları yerde savunuyorlar. Peygamberin Son Beş Günü, içinde yaşadığımız toplumun eleştirisi aslında. Roman; yıllardır ezber bilgilerle, sindiremediğimiz, anlamlandıramadığımız ama üzerimize yapışan ideolojilerin trajikomik hikayesini anlatıyor.
Rahmi Sönmez, kızına öğretemediği
Marks öğretilerini torunu Nazım’a da öğretemiyor. Peygamber, muhtemelen farklı bir suçtan hapse giren torununu kahraman olarak görüyor. Nazım’ın, yıllarca kendisinin başaramadığı devrimi nihayet gerçekleştireceğine inanıyor; onunla gurur duyuyor. Fakat kendi tutuklanmadan gerçekleşecek devrimin eksik bir devrim olacağını düşünüyor. Bu yüzden devrim de Rahmi Sönmez’in hayatı da yarım kalıyor.
“Öyle görünüyordu ki devrim uzaktan bakılınca dünyanın sınırı gibi görünen yüksek bir dağdı; tepesine ulaştın mı hemen bir başka çevren açılıyordu önünde, sınır yeniden uzaklaşıyordu.”
Baba Oğul ve Kutsal Roman-Murat Gülsoy
Murat Gülsoy “Baba Oğul ve Kutsal Roman” adlı eserine, Anton Çehov’un sözlerini hatırlatan cümlelerle başlar. Okur, ilk sayfalardan itibaren kurmacanın içinde olduğunu fark eder. 2013 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’ne layık görülen roman, içerik kadar biçim olarak da yeniliklere açık. Kitap, postmodern edebiyatın seçici bir örneği olarak incelenebilir. Gülsoy, eserinde üstkurmacanın sınırlarını genişletir; metinlerarasılık tekniğinin hemen her alt başlığını kullanır. Anıştırmalar, alıntılar, göndermeler kitaba büyük bir zenginlik katar. Freud’un, Borges’in ve özellikle Ahmet Hamdi Tanpınarın zaman anlayışı, kurguyu şekillendirir. Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında”dizeleri eserin merkezine oturur.
Romanda, postmodern eserlere has parçalı bir zaman vardır. Anlatıcı olan başkarakter, olayları hem kurgular hem de yazar. Romanda ismi geçmeyen kahraman; yalnız, inançsız, hayattan çok beklentisi olmayan biridir. İç sesi, Yüzüklerin Efendisi’nin Gollum’u ve Oğuz Atay’ın Olric’inin karışımıdır. Bu adsız kahraman, zaman zaman dertleştiği köpeği Kıtmir’i gezdirirken Merve adında bir kıza rastlar. Kitapta Kıtmir’in kutsal kitaptaki “Yedi Uyurlar” kıssasına gönderme yapılır. Üniversitede hoca olduğunu anladığımız adam, İTÜ’de ders verdiği bir gün eski sevgilisi Asena ile karşılaşır. Asena ve Merve bir kadının iki ânıdır. Biri geçmişten gelir diğeri gelecektedir. Zaten kahramana göre hayatta her şey birbirinin yansımasıdır. Gülsoy, bu noktada ayna simgesinin altını çizer. Merve, Nabokov’un “Lolita”sında olduğu gibi olgun bir adamın hoşlandığı liseli genç kızdır. Merve ve Asena, anlatıcı ile yakınlaşsa da sonunda her ikisi de adamı müebbet yalnızlığıyla baş başa bırakır. Okur, zaman zaman Gülsoy’un kitapta kendini anlattığı düşüncesine kapılır. Zaten yazarın istediği de okurun kafasını karıştırmaktır.
Kahramanın karakola götürüldüğü bölümde edebiyatta kurmaca ve gerçeklik masaya yatırılır. Gerçek ve kurgu arasındaki çizgi belirsizliğin oluşmasında rüyaların da büyük etkisi vardır. Bu noktada Merve’nin dedesi kurgudaki yerini alır. Dede, Abdullah Efendi’nin Rüyaları”nda olduğu gibi gerçeklere rüya yoluyla yaklaşır. Murat Gülsoy Freud’un bilinçaltı ve rüya teorilerinden, yine Tanpınar’ın rüya anlayışından yararlanır.
Sayıklar gibi yazan “yüzü olmayan adam” tüm toplumdan ayrılan aydınların, aykırıların sesidir aynı zamanda.
“Tüm bunlar, yazılırken yaşanan, yaşanırken yazılan bu roman müsveddesi aslında bugüne kadar yazdığım roman ve öykülerin parodisi gibi” s.175
Faruk Duman-Sus Barbatus 2
Kitapta doğa, çok güçlü ve tüm evrene hakimdir. Hiç durmadan yağan yağmur, suyun hışırtısı, rüzgârın esintisi ve çiçeklerin keskin kokusu arasında okuruz eseri. Tabiatta bulunan dağ taş, kayalar, ağaçlar, kurtlar, atlar, kuşlar, börtü böcekler kişileştirilmiş, tabiat kişileştirilirken insan da doğanın bir parçası olarak verilmiştir. Faruk Duman, kitapta doğa gerçeğiyle insan yaşamını özdeşleştirerek yazınsal gerçekliğe dönüştürür. Yazar, 12 Eylül döneminin sancılı ortamını yazarken hırçın yağmur da ona eşlik eder:
“Başkaldırmak insana özgü değil. Doğanın her yanında var…”(s 270)
Eserdeki macera, Civan Yusuf ve Elif’in hikâyesi ile başlar. Kabul edilemez geleneğin bu saf gençleri nasıl çaresizliğe sürükleyişini dehşetle okuruz.
Bu kitapta da birilerine bağlı kalmak istemeyip özgürlük arayışı içinde olan, devrimci gençler var. Bu gençler; adaletsizliğe, eşitsizliğe, kötülüğe başkaldırırlar. İşkenceden kaçıp ormana sığınırlar. Tıpkı eserde sıkça adı geçen “Köroğlu”gibi…Orman; koruyan, kollayan, özgürlük sunan bir mekân. Eserde, Kadir Ağa gibi güçlü yanında olan, mevcut düzeni koruyan bu yüzden gençlerin karşısında olanlar bir de onların adamı olmaktan gurur duyan Nasip, Dursun, Jilet gibi kişiler var. Romanda, 1980 döneminin sıkıntısını yaşayan, kitapları alınmasın diye onları saklayan Mustafa Öğretmen, kararlı ve inançlı bir karakter olarak karşımıza çıkar. Aynur, devrimci ruhu taşıyan, ona hizmet eden korkusuz bir kız. Ece ve Ferit farklı yaşantılarından kopup bu kavgaya dahil olmak isteyen gençler…Bir de tüm bu hengâmede unutulan, ihmâl edilen Mustafa Öğretmenin karısı Gülşen var. Tüm karakterler dönemin ruhunu, geleneğini son derece gerçekçi bir şekilde yansıtırlar.
Faruk Duman,”Hikâye” adı altındaki bölümlerde destanlardan, peygamber kıssalarından, halk hikâyelerinden, aşıklık geleneğinden yararlanır. Bu kaynakları kurguya uygun değiştirip dönüştürür.
“Unutmamak gerekir ki iyi bir hikâye uydurma bir şey değildir. Vardır bir kaynağı. İşte bizim hikâyemiz de öyle.”
Yazar; Alexandre Dumas’ın Monte Cristo Kontu, Rainer Maria Rilkein’in Malte Laurids Brigge’nin Notları’na değinir; Emile Zola’nın Germinal adlı eseri ve Mauppassant’ın “Horla” kitabıyla metinler arası bir ilişki kurar.
Özellikle Horla adlı kitabı kurguya dahil eder.
Faruk Duman; anlatımında doğadaki ve insanlardaki zıtlıklardan; renk ve kokulardan çokça yararlanır. İmge ve eğretileme yoluyla gerçeklikten beslenen gerçek dışı anlatıları okuyucuya sunar. Bir dönemin hikâyesini anlatırken kesik cümleler ve tekrarlarla kendine özgü bir dil yaratır.
Birbirinden güzel türkülerin yer aldığı yapıtta boşluklar yer alır. Okura Yaşar Kemal lezzetini yaşatan, kendi imzasını satırlarına taşımayı başaran Faruk Duman’ın kalemine, yüreğine sağlık…
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti-Sevgi Soysal
“Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” Sevgi Soysal’ın cezaevinde kaleme aldığı ve kısacık ömrüne sığdırdığı 1973’te yayımlanan romanı. Eser, 1974’te Orhan Kemal Ödülüne layık görülüyor.
Eser, teknik anlamda roman türünün biraz dışında…Karakterlerin yaşamları birbirinden bağımsızmış gibi tek tek veriliyor ama eserin sonunda hepsi “kavak ağacı”na yani düzene bağlanıyor. Farklı konumlardaki bireyler aracılığı ile ülkenin içinde bulunduğu
sosyo ekonomik hatta politik konum, gözler önüne seriliyor. Yazar, çürümüş düzeni değiştirmesi için devrimci ruha sahip Ali’yi seçiyor.
Taş ve Gölge-Burhan Sönmez
Burhan Sönmez; Hristiyan, Müslüman, Süryani, gibi birçok farklı kültürün bir arada yaşadığı topraklardaki travmaları, destan tadında masalsı bir anlatımla sunuyor okura.
Bu topraklarda yaşanılan kültürleri harmanlıyor, tasavvuftan dem vuruyor.
Ünlü yazar Murathan Mungan, “Masalın yoluna çıkmak için, gerçeğin yollarında can tüketmek gerekir.” der. Burhan Sönmez de öyle yapıyor. Sivas Katliamı, Adnan Menderes’in uçak kazası, 12 Eylül , Deniz Gezmiş’in idamı, Dersim olayı gibi birçok hadiseyi ustalıkla kurguya dahil ediyor.
Farklı kültürlere zamanlara ve mekânlara eserinde yer veren Sönmez’in evrensel bir eser hedeflediği anlaşılıyor. Kurguyu çok katmanlı anlatım tekniği ile farklı zamansal düzlemlere oturtuyor. Roman; ölüm, yaşam, dostluk, varoluşun anlamı, yurtsuzluk, aşk, fedakarlık kavramlarını tekrar düşünmemizi sağlıyor.
Taş ve Gölge; yersiz, yurtsuz, kimsesiz taş ustası Avdo etrafında şekilleniyor. Avdo, İstanbul’da Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki kulübesinde tek başına yaşıyor, ölenlerin özelliklerine göre onlara mezar taşı yapıyor. Biz onu eserin başında dini, kimliği, adı bilinmeyen “yedi adlı adam”a mezar taşı yaparken rastlıyoruz. Sonra taşa ve gölgeye dönüşen kahramanlarının hikâyelerinde kayboluyoruz.