“Aslında yalnızca çocukluk döneminin memleketi vardır.”
Kitabın girişinde yer alan Roland Barthes’ten alınan bu çarpıcı cümle “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı“nda bizi nelerin beklediğinin habercisi.
İletişim yayınlarından çıkan eser, daha çok öykücü kimliğiyle tanınan yazarın 13. öykü kitabı. 2015 Yunus Nadi Ödülü’ne layık görülen yapıtta 14 öykü yer alıyor. Öyküler, tanıdığımız insanları, bildiğimiz bir yerleri, anlatıyor. Çocukluğumuzu, mutluluğumuzu, umudumuzu, ilk heveslerimizi hapseden tekinsiz bu yerde; gençliğin tedirginliği, korkusu, kaçışı ve çırpınışı var.
“Yalan olduğunu bile bile dönüşsüz bir yolculuk olmayacağını en baştan kabul ederek ama dönüşsüz olmasını isteyerek varılacak yer her neresiyse orda bütün korkularımı kusabileceğim, baş dönmelerimi ezebileceğim, bulantılarımı boşaltabileceğim, gökyüzünün tam orta yerinde her türlü ıssızlığa açık bir tepe üstü bulabileceğimi umarak çıkılan bir yolculuk…” yer alıyor eserin ekseninde.
Ethem Baran’ın dili kullanımındaki özeni, eserde yer verdiği imgeler, söz sanatları, somutlamalar, öykü isimlerindeki hassasiyeti okuyana tam bir edebi şölen yaşatıyor. Anlatımındaki ustalık, okurun belleğinde şiirsel ve görsel izler bırakıyor. Öykülerde, sevinçle dile gelen dağ taş, acıyla susuyor. Tıpkı Aytmatov’un, Yaşar Kemal’in, Hasan Ali Toptaş’ın satırlarında olduğu gibi…
Ne anlattığı kadar nasıl anlattığını da önemseyen yazar; öykülerinde leitmotiflerden, zıtlıklardan ve kişileştirmelerden yararlanıyor. Anlatıda dili bir kalkan gibi kullanıyor ve her öyküden zaferle çıkıyor.
Ethem Baran, modern çizgide yazdığı hikâyelerde gelenekten de besleniyor.
“Ben ona aşkımı söyleyememiştim
Duyunca gözleri doldu dediler.”
Doğanın özelliklerinin gözler önüne serildiği, mevsim renkleriyle bezenen öykülerde tabiat, güzellikten ziyade kurguya yardım eden unsur olarak karşımıza çıkıyor. Yazar; bireyi, mekânı, duyguları tanımlarken doğanın hareketlerinden çokça yararlanıyor. Doğanın devinimi “Dallar Kırılırken Rüzgâr Saklı Kalır” öyküsünde olduğu gibi daha anlatının başında kendine yer buluyor. Öyküde, dinmek bilmeyen yağmur etrafta ne varsa silip süpürüyor. Geriye iç sıkıntısı, karanlık bir gökyüzü ve hüzün kalıyor… Çabucak geçen baharın gençlik gibi kısa olduğunu söyleyen yazar, öykülerinde daha çok bu mevsimi tercih ediyor.
Yoksulluğun kıyısındaki insanları yaşadıkları mekânlar ve sahip oldukları eşyalarla birlikte başarıyla anlatan usta kalem, seksen öncesi öğrenci olaylarına da değinerek toplumcu gerçekçi yönünü ortaya koyuyor. Sıradan insanlara soluk aldıran küçük mutluluklar, aşklar, ilk cinsel deneyimler ve küçük sürprizler de öykülerde yerini alıyor.
Kitapta, öyküler arasında gezinen karakterler öyle sahici anlatılıyor ki okur, bu insanlar bir yerlerde yaşıyor mu diye düşünmeden edemiyor. “Birinci gün yatak, ikinci gün toprak” diyen nine, iki bisküvinin arasına lokum koyup yiyen çocuklar, çocuğunun üniversite olaylarına karışmasından korkan anne baba… Kısaca bizi, bize anlatıyor Ethem Baran. “Uzak yakınlıkları” resmediyor adeta. Hayallerimizi, “karanlığa bulaşan yalnızlığımızı” bozkıra benzettiği suskunluğumuzu ve her ne olursa olsun saklı tuttuğumuz umudumuzu döküyor özgün satırlarına…
“Uzak yoktu şehrimizde. Ama şehrimiz her şeye çok uzaktaydı. Ve hâlâ nice çocuk, bademliğin kapattığı pencerelerin önünde, erken inen akşamların koyu hüznüne bulanıp dağ gibi duran tepenin arkasındaki hayatın bir gün gelip kendilerini bulmasını beklemekte o topraklarda.”