Öykü sesleniştir insanlığa. Kimi zaman gözyaşı kimi zaman sevinçtir. İnce ince örülmüş bir evrendir öykü. Direniştir, belirsizlik ve sonsuzluktur. İyi yazılmış bir öykü yaşamın kendisidir.
Murat Özyaşar, “Ayna Çarpması” adlı ilk eserinde zihninde biriktirdiği yaşantıları bir araya getiriyor. 2008 Haldun Taner Öykü Ödülü ve 2009 Yunus Nadi Ödülü’ne layık görülen kitap, varoluş sancısını başarıyla aktarıyor. Anlatıcı; görülmeyen, yok sayılan, kaybolan insanı bulma çabasını taşıyor. Bu yüzden yazar, kitap boyunca “ayna” metaforunu kullanıyor. Annesinden uzaklaşan anlatıcı kopuş ile başlayan eksikliği yaşamı boyunca tamamlamak için çaba sarf ediyor ve bir çıkış arıyor. Ezidi çemberinin etrafında dönüp duruyor. Bu arayışta zaman zaman umutsuzluk, belirsizlik, yalnızlık ve bazen de pişmanlık hissediliyor.
Murat Özyaşar, titizlikle seçtiği cümlelerinden birinde “Bütün yolculuklar çocukluğa varmak içindir.” diyor. Yazar, kuyulara tuttuğu aynayla tekinsiz geçmişine dönüyor. Annesini ve ana dilini hor gördüğünü hatırlıyor, pişmanlık duyuyor. Otoriteyi, erki temsil eden babayı ise tehdit olarak görüyor; sahiplenmiyor.
Birbirinden özel on iki öykünün yer aldığı yapıtta, bana göre üzerinde en çok konuşulması gereken hikâye “Kış Bilgisi”. Murat Özyaşar, bu anlatıda eserine renk katması, belki de kayboluş öyküsüne destek olması açısından Hasan Ali Toptaş’ın “Gölgesizler” romanına atıfta bulunuyor. Toptaş’ın “Yeryüzünde gecikmişliğin ilacı yoktur.” ve “Gitmek fiilinin altını en güzel trenler çizer.” cümlelerini “Mademki insan bir gecikmedir şu dünyada, kavuşmak fiilinin üstünde ancak ve ancak güzel atlar koşabilir.” cümlesiyle farklı bir biçimde oluşturuyor. Gölgesizler romanında kaybolan Reşit’in kızının adını bir başka gölgesize, annesine veriyor: Güvercin.
“Annem gölgesizdi gibi bir şey ya da öyle sandımdı. Sanki çok küçükken kaybolmuş gidip bir romana kahraman olmuş ya da gazetelere üçüncü sayfa haberi. Sonra sonra bulundu, gelip bana anne oldu.”
Yine bu öyküde kadim anlatılardan yararlanıyor yazar. Kuyuya atılan Yusuf’a, kardeşini öldüren Kabil’e metinler arası gönderme yapıyor. Cebindeki taşlar ve üvey anne, okura Hansel ve Gretel masalını hatırlatıyor.
Anlatıcı, eser boyunca geçmişin ıstırabını duyuyor. Ayna Çarpması; umutları pazara çıkarılan, tutunamayan insanın acısını dillendiriyor. Sessiz harflere olumsuz anlamlar yükleyen yazar; eksiltilen uzuvları, içeriye giremeyip dışarıda kalan, kış ayazını, iliklerinde hisseden günümüz insanının hüznünü satırlarına döküyor.
“Dünya bir ağaç gölgesidir.” diyen, kalbin ortasındaki kara leke gibi yayılan, kuyunun başında yazgısını bekleyen, yorulan, kaybeden, üşüyen ve nihayetinde susan anlatıcı “Kuyu Ödevleri”nde dizlerini karnına çekerek varoluş öyküsünü tamamlıyor.
Kitabın son anlatısı “Uzun Hikâye” ise küçürek bir öykü.
“Uzun zamandır dalgın bakıyordun dünyaya.
Anlat, dediler.
Anlatamam uzun hikâye, dedin.”
Üç cümleye bir dünya kederi sığdırıyor yazar.
“Sus Dersleri” adlı öyküde “Sevgili okur” ile başlayan paragrafın son satırında tarif edilen okur olduğumu düşünüyorum. Hikâyeyi büyük bir zevkle okuyor, metinler arası göndermeleri yakalıyor, hatta “uğrun uğrun” ikilemesini kitapta tam üç kez kullanıldığını fark ediyorum.
Pavese’in “Yaşama Uğraşı” adlı kitabında “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum.” cümlesi ile kitabın sonundaki The Beatles şarkısındaki sözler arasındaki yok oluşu görüyor, derin bir sessizliğe gömülüyorum.
“Bu sabah aynaya baktım, kimseyi göremedim.”