“İşte yerdeki ve gökteki ekinlerin bu ekinleri dalgalandıran rüzgârların içinde pek çok söz, acılardan yokluğa, hasretlerden sevdalara, savaşlardan ölümlere, umuttan çaresizliğe o dağ senin bu ova benim, o yürek senin, bu gözyaşı benim dolaşan türküler varmış eskiden.”
Ethem Baran’ın samimi satırlarını okumak, gönül teline dokunan ezgiler dinlemek gibi insanın içine işleyen bir şey…
“Döngel Dünya” sıradan hayatları anlatan, sustuklarımızı söyleyen 15 kısa öyküden oluşuyor. Eseriyle, 66. Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’nın sahibi olan yazarın satırlarına, yaşanmışlıklar siniyor. Kâh dağın başına kâh denizin ortasına kaçan, “sırtını geveze dünyaya çeviren” insanlar, geçmişleriyle hesaplaşıyor.Hayata sığamayanların kaçtıkları dünya, onların peşini hiç bırakmıyor.Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek iç içe geçiyor öykülerde. Gündelik yaşamın içerisinde bireyin yaşamına tanıklık eden okur, Baran’ın içe doğru açtığı kapıları tek tek aralıyor.
“Tekerlekli sandalyeden ses geldi de, sırtüstü yatmış bulutlardan, kendi ışıklarının bolluğundan , gözleri kamaşan çiçeklerden , birbirine sıkıntıyla bakan duvarlardan ses geldi de Afiye’den ses gelmedi.”
Öykülerdeki lirizm, sanatsal anlatım ve çağrışımlar da büyüleyici. Yağmuru, kuşları, insanı, düş tortularını anlatırken şiirsel bir dil kullanıyor yazar. Aliterasyon ve asonansların yarattığı ahenk, müzik gibi geliyor kulağa:
“Ekinlerin yeşilinde süzülmüş, elenmiş bir sesti duyduğu.Ölümden sıyrılmıştı işte.Ruhu güneşe, yakıcı şeylere doğru koşma isteğiyle tutuşmaya başlamıştı.”
Suskun babalar var hikâyelerde. Yaranın susturduğu adamlar… Üstü örtülü yaraları sızlıyor onların. Sızı arttıkça, yara açmaya devam ediyorlar.
“Babam bir gün sustu. Ben bu dünyadan bir şey anlamadım dedi ve sustu. Daha doğrusu mecbur kalmadıkça konuşmadı. Sanki ölüp gitmiş ama yorgun bedenini burada, aramızda, gözümüzün önünde bırakmıştı. Benim ölüm, yaşayan halimden daha iyidir; varlığım, yokluğumdan daha çok acı verir sizlere dercesine usulcacık sıyrılmıştı aramızdan. O susunca, ben çocukluğumu, gençliğimi unutur gibi oldum.“
Kendini dipsiz bir yalnızlığa çeken terzileri, dünyanın ağırlığını omuzlarında taşıyan çocukları, gariban öğrencileri, hikâyelerinin içinde kaybolan ihtiyarları yazmış Baran. Eserlerini hayranlıkla okuduğum Hasan Ali Toptaş ve Fakir Baykurt da yer bulmuş hatırşinas yazarın öykülerinde.
“Üç İyidir” adlı öyküde Fakir Baykurt ve arkadaşlarına yapılan utanç verici saldırıyı anlatıyor Ethem Baran. Belli ki yazar, bu çirkin olayları anlatmanın sorumluluğunu hissediyor.
Essahtan Değil” adlı öyküyle Yeşilçam’ın güzel gözlü kadını Türkân Şoray bahçe kapısından içeri giriveriyor… Fındıkanne, kendi yalnızlığını unutup torununun anlattığı hikâyede savrulup gidiyor.
Tüm hikâyelerde varlığını hissettiren yazar, “Yamaçta Yağmur Var” adlı ironik öyküde kanlı canlı çıkıyor karşımıza. Aziz Nesin’in izine rastladığım son öyküde, okuyup belli bir makama gelen ama cahilliği baki kalan bir kaymakamdan söz ediyor Ethem Baran.
Öykülerdeki izleği hayattan kaçış ve suskunluk üzerine kuran Ethem Baran, dönmeye devam eden dünyayı anlamak için susmak yeter, diyor.
“Bir insan susunca sesi içinde dolaşmaya başlıyordu.İyice yayılıyordu. Sonunda gözlerde, ellerde, oturuşta, yürüyüşte, ette, kemikte çın çın ötmeye başlıyordu bu ses. Dünya’yı anlamak için susmak yetiyordu.”