Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Bir kimse, kalemi mürekkep hokkasına batırdığı zaman, kendi vücudundan bir parçasını hokkada bırakmadıkça yazmamalıdır” diyor. Adnan Binyazar otobiyografik özellik taşıyan “Masalını Yitiren Dev”romanında hokkada kendinden epeyce büyük bir parça bırakıyor.
Kitabın girişindeki anekdotta Ahmet Muhip Dıranas’ın yazara sorduğu soruyla karşılaşıyoruz. Dıranas “Gerçekten yazdıklarınızı yaşadınız mı?” diye soruyor. Yazar “evet” demekle yetiniyor. Kitabı okuyan herkesin aklından bu soru geçecektir, diye düşünüyorum.
“İstiyorum ki şu tepenin başına çıkam, ağzımı ülüzgere verem, bağıra bağıra ağlayam ağlayam ama sesimi kimse duymaya!”
Dedesinin kendini dine vererek yalnız başına yaşamaya başlamasından sonra masalını yitiriyor kahramanımız. Fakirliğe yenik düşen ana, iki kardeşi İstanbul’a babalarının yanına gönderiyor. İkinci Dünya Savaşı’na rastlayan yokluk günlerinde, sorumsuz baba sahip çıkamıyor çocuklarına. Küçücük yaşlarında sırtlarına birer küfe vererek hamallık yapmaları için İstanbul’un soğuk sokaklarına salıyor onları. Aç kalıyor, üşüyor, hastalanıyorlar. Ninesinin “çağan”ı sahipsiz kalıyor, pazarlarda hamallık yapıyor ve sonra bir aşçının yanına çırak olarak veriliyor. Karın tokluğuna girdiği lokantada türlü işkenceler görüyor. Yazar, vücudundaki öküzgözü iriliğindeki oyuğun ve sol elinin orta parmak tırnağındaki çatlağın o dönemden kaldığını söylüyor. Yüreğinde kopan fırtınaların yanında fiziksel acıları hiç kalıyor.
“Bedende yaratılan oyuklar sağalıyor da yürek oyukluğu hep işliyor.”diyor.
Adnan Binyazar, romanı için” Masalını Yitiren Dev”adını seçişini kitabın ilk sayfalarında açıklıyor.
“Çocukluk bir dev masalıdır. Masalı bozulmuş çocukluk neyse masalını yitiren dev de odur. Birbirlerini yitirdiklerinde çocukluk devin, dev çocukluğun büyüsünü bozar. Büyüsü bozulan çocuk ise yaşamı boyunca masalını arayan bir dev gibi savrulup durur.”
Yazar, romanında hayatın zorlukları karşısında çaresiz, ışıksız, masalsız kalan bir devin kurtuluş öyküsünü yazıyor. Kurtuluşun adresi olan köy enstitüsüne adım atışını da umudun her zaman var olduğunu ispatlarcasına eserin sonuna ekliyor.
Yazarın yaşamla edebiyat arasında kurduğu güçlü bağ esere de yansıyor. Acı, çaresizlik ve hüzün kahramanlara, olaylara, betimlemelere, sokaklara, siniyor. Bu keder ve gerçeklik hissi okuyucuyu derinden sarsıyor.
Adnan Binyazar, eserinde gerçeklik duygusunu verirken halk hikâyeleri, türküler, halk deyişleri gibi geleneksel anlatının tüm olanaklarından yararlanıyor.
Yazar, romanda Yahya Kemal’in Açık Deniz şiirindeki dizelere, Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesine, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş Şiirine, Shakespeare’in Romeo ve Juliet trajedisine “Benvolio’nun, “Keder saatlerini uzatan nedir?” sorusuna da yer vererek modern edebiyatın metinlerarasılık ilişkisinden yararlanıyor.
Üslubunda geleneksel anlatı ile modern roman özelliklerini birleştirerek bizlere çağdaş roman geleneğinin güzel bir örneğini sunuyor.
Adnan Binyazar’ı ilk kez Orhan Kemal Ödüllü “Ölümün Gölgesi Yok” kitabıyla tanımış, samimi diline akıcı ve yalın üslubuna hayran kalmıştım. Yazarın, kitabın girişindeki, eseri yazıp yazmamakta kararsız kalışıyla ilgili cümlelerini okuyunca iyi ki yazmış ve ben de iyi ki okumuşum, dedim. Kitabın kapağında da yer alan cümlelerde yazar tereddüdünü şöyle ifade ediyor:
“Yazılışı tehlike yaratacak bir hayat yaşadım ben. Onun için, yazmakta hep duraksadım. Çünkü, yaşadığınız olayları anlatıya dökerken gözü yaşlı sözcüklerin tuzağına düştünüz mü televizyonlarda her gün onlarcası görülen yerli filmlerin ya da bayatlamaktan iyice kokuşmuş dizilerin baş kişisi oluverirsiniz.”
Adnan Binyazar’ın yazdığı bu samimi eseri Türk edebiyatına bir armağan olarak görüyor; “Masalını Yitiren Dev”in, ışığını arayan birçok kişiye umut olacağını düşünüyorum.