Sema Güler, “Pars’ın Rüyâları”ndan insanın ve özellikle kadının dünyaya dair gerçeküstü bakışlar birleştirdiği son şiir kitabıdır. Pars yalnız avlanan bir canlıdır. Ve çoğu kaynakta da belirtildiği gibi hedefine –avına- ulaşmadan asla durmayan bir canlıdır. Fakat bu noktada “pars” ve “rüya” kavramlarını bir araya getirdiğimizde bu sefer kendimizi bir paradoksun içinde buluyoruz. Bu paradoks bize kitap isminin başarısını gösteriyor. Öte yandan “pars”ın Ön Asya’da tarihi ve mitolojik açıdan yansımalarının bulunması; bu coğrafyada var olan uygarlıkların kuruluşuna ve yıkılışına şahitlik etmesi de şairden okura yeni çağrışım göndermeleri olarak değerlendirilebilir.
-İsimden açılan sözün şiire gelmesi için hazır olduğumu belirterek- soyunu tükettiğimiz bir canlının –Anadolu Parsı- rüyasında Sema Güler şiirinin yorgun dizeler biriktirdiğini söyleyebilirim. “İkrar”, üç şiirlik ilk bölüm. Daha ilkel bir hayatın panoramasından yaşama bakarken ses kırılmaları buluyoruz “Ses” şiirinde:
“(…)Gözlerinde biriken pınarlar, ormanın merhameti,
geyiğin ince telaşı… İzlerini toplayarak göç yolunun
üstünde kapanıp ağladım.(…)”(s.12)
Aslında bu ses kısılması, ilkel insanın toprağa sahip çıkan kimliğinin geçen asırlarla birlikte yeryüzüne karşı giriştiği kıyımın sonuçlarına dayanıyor. Her şey parsın koşturduğu toprağın özlemidir aslında. Kitabın ilk şiiri “Ses”te Süleyman ve Adem’den af dilerken ironi kokusu almadan geçemiyorum.
“Gece olmasa tanrı ufalırdı, büyürdü diğer şeyler.(…)”(s.17)
İkinci şiir “Ağ Mekân”. Şairin belirsizlikler üzerine kurduğu denklemleri buluyoruz ve şiiri kendi hayatımızdan izlerle çözüyoruz bugüne. Ölüm-karanlık-Tanrı üçgeni içine kurulmuş dizeler bize toplumsal bilinçaltını taşıyor. Öte yandan şiir içinde ilerledikçe bir ormanın koyusuna çekilmenin hazzını yaşıyoruz. Bu aşamada şiir, avına odaklanmış yırtıcı dürtüsüyle ilerliyor. Şiirin gerilimi içinden “pars” gözüyle mutlak yenilgilerin öncesini görüyoruz.
“Sîn Şehri”… “Pars”ın diline tam olarak bu şiirde bürünen şair, isyan dilini keskinleştiriyor. Pars’ın diliyle şairimiz, vatansız kalmanın tonlarını tekrar tekrar deniyor. Fakat her bölüm sonunda gerçekleşmiş rüyasını hatırlatıyor kendine:
“(…)Ancak hatırlamak acı verir sonsuz teslimiyetiyle”(s.25)
İkinci bölüm: “Dağın Rüyası”. “karanlık, kan, korku, kor, kuzey ve kırk bir” sözcüklerinin ilk sesi “k”, gerek bu sözlerle gerek kitap bütününde kendini çok sık tekrarlıyor. Bu sesin sert ünsüzler içinde daha derin kırıklar bırakan çağrışımı şair tarafından doğru noktalarda kullanılarak kemikli bir yıkım fonetik açıdan da destekleniyor.
Gecenin karanlığında karlı bir orman havası şiirin atmosferine oldukça başarılı bir şekilde sokuluyor. Bu noktada bazen şiirsellikten kopup anlatımcı bir yöneliş kendini hissettirse de kullanılan gerilim ögesi açığı kapatmakta oldukça başarılı:
“(…) Parmaklarımızı doğrardı gecenin devi
Sözcükler kısalır
İğne yapraklar uzanırdı kesik uçlu, uykusuz ve düş kırıcı(…)”(s.33)
Yine ikinci bölüm içinde yer alan “Ya İbrahim Yanılıyorsa” şiiri “Pars’ın Rüyası”ndan çıkıp yüzünü günümüze dönen bir şiir. Fakat bu sefer kendi gerçekliğini ve tanrısallığı sorgulama noktasında yeni bir kapı aralıyor okura. Şiir içinde ilahi -mitolojik göndermelerin tematik ağı var etmede oldukça başarılı olduğu görülecektir. Hem medeniyet tarihi hem de ilahi dinler açısından oldukça zengin olan Orta Doğu toprakları mitoloji ile tarihin homojenleştiği dipnotlarla şiirleri tamamlanıyor. Bu noktada Spinoza’nın “Tanrıbilimsel Politik İnceleme’sinde mucizeler üstüne söyledikleri bu şiiri ve bu şiirde şairin “rüyâ”sını anlamamız açısından dikkat çekici:
(…)O zaman Tanrı’mn varlığının ve kayrasının bilgisini mucizeler aracılıyla elde edemeyeceğimiz ama bu bilgileri doğanın sabit ve’ değişmeyen düzeninden çok daha iyi çıkarabileceğimiz sonucuna varabiliriz. Burada mucizeyle insan anlayışını aşan ya da aştığı düşünülen bir olayı anlatmak istiyorum. Mucize doğanın düzenini yok ettiği ve bozduğu varsayıldığı için bize Tanrı’yla ilgili bilgi vermediği gibi bir de tam tersi olarak doğal olarak sahip olduğumuz bilgiyi alır ve bizim Tanrı’dan ve diğer her şeyden şüphelenmemizi sağlar.(…)”(s.128)**
“(…)Varlığımın gergin iplerini çözebilseydim eğer
Bir defne yaprağını yakardım saat yönünde(…)”(s.50)
Üçüncü bölüm: “Burada Hiç Bulundum mu?”. Dünyalı olma kavramının etkisiyle zamansal çelişkileri daha aydınlık bir şekilde okura açık ediyor. Dünya’nın ateş çemberine yaklaştığı çağda rüya-gerçek çelişkisi içinde kendini sakinliğe davet eden bir ses buluyoruz şiirde.
Bu bölümde aşk Tanrıçaları Freya ve Kama’ya sesleniyor. Dünya’nın iki ucuna (İskandilav-Hint)… Dünya’nın tüm uçlarını odasına çağırıp bir günde dört mevsimi; bir günde tüm çağları okuruna yaşatıyor.
Bölümün tek şiiri “Dokuz Kuyu’yu Ziyaret” şiirimizde son dönemde sıkça kullanılan kuyu metaforunu hatırlatsa da genellikle çağcıl kötülüklerin işlendiği şiirlerin aksine varlık sorunsalına geniş perspektiften bakış olanağı tanıyor. Zaman-uzam ilişkisini bulanıklaştırarak bir rüyanın tüm suretlerini deniyor:
“(…)Boşluktan söz ediyorum
Burada çift yaşamıyla karanlıkta
Her şey doğru büyümeye çalışır ama ne mutlu ki hiçbirimiz bunu başaramaz.(…)” (s.60)
Sema Güler’in “Pars’ın Rüyâları” isimli şiir kitabı, Anadolu’nun tüm zamanlarında izi bulunan bir canlının simgeselliğinde Dünya’nın varlığına bir “insan” eleştirisi katıyor. Tanrıçalar, pars, mitoloji, medeniyet ve ilahi dinler bağıntısında şekillenen şiirler bizi mistik olan ve gerçek arasına gerili bir ipe çekiyor.
*Pars’ın Rüyâları, Sema GÜLER, Öteki Yayınevi, Kasım 2018, İstanbul
**Tanrıbilimsel Politik İnceleme, Baruch Spinoza(Çeviren: Betül Ertuğrul), Biblos Yayınevi, 2008, İstanbul