1
İntihar etmek isteyen bir keçi için kurban bayramı neyi ifade eder? Peki, Bilge’nin keçisi de dâhil olmalı mı buna? Art ayağına dolanmış gergin ipe ne demeli? Hayat mı bu yoksa?
2
Bir ressamı düşlüyorum. Sandalyeye oturmuş birilerini bekliyor. Sıkıntıdan belini iyice arkaya yaslayarak, sandalyenin ön ayaklarını kaldırıyor. Sol tarafa yaslanıyor. Şimdi sandalyenin sadece sol ayağı yere basmakta.
Olmaz olmaz demeyin. “Köşelerinin yuvarlak gölgeler düşürdüğü bir dünyadayız, bu dünyada niye böyle şeyler olmasın.”
Tuval, fırça, palet, pipo… Bir tek boyamız eksik. Piponun yanında bir yumurta var, ölümcül ur büyüklüğünde. Onu kırsak da sarısını, bakın sarısını diyorum işte, kullansak.
Ressam yumurtayı alıyor. Kırmaya çalışmıyor. (Ben olsam kırardım, yumurtanın kırılmayacağını biliyor sanırım.) Tuvaline sürtüyor. Kabuğunda sarılık kalmayınca gözlerime bakıyor. Hemen mutfağa koşuyorum, birkaç yumurta almaya. Derken bir homurtu ressamdan… İpek kazağının üzerinde kırık bir yumurta… Pahalı bir oyuncağı kırmış misafir çocuk ürkekliğiyle bakıyor bana.
3
Bilge’ye hitaben…
Yazlığında ağustos böceklerinin vızıltısı eşliğinde yeni bir güne daha uyanırsın. Gün doğmaya yakın bir önceki geceden kalma şarap şişeleri meltemle devrilir. Bahçene bırakılmış gazeteni alırsın. İliklerine kadar sevinçle dolmuşsundur, çünkü çocukluğunda sinemalarda gördüğün Amerikanvari yaşamın tam içindesindir. Öğleye yakın havlunu alır sahile doğru yürürsün. Büyükelçi kadınları ve tanımadığın birkaç emekli çoktan kumullara kurulmuştur. Senin gideceğin yer bellidir: İncirin altı. Konuşmanın tek devan olacağını düşünerek etrafındakilere, kurda, kuşa, kertenkeleye “nasılsın”, diye sorarsın. Cevap sen, tabiî ki tatmin etmeyecektir. “Nazar değer diye korktuğundan, işleri iyi gitse bile “eh idare ediyoruz, Allah’a şükür” diyen esnafın ağzıdır sanki.”
Sen kendisiyle övünen insanları da sevmezsin. İki ara ve bir dereye en uzak düzlükte beklemek yazgındır. Beğenirsin de bu yazgıyı. Bu yüzden, en sevdiğin yaz günü gökyüzünün kül rengine çaldığı gündür. Sahilde yengeç delikleri ve kertenkele izlerinden başka hiçbir şey yoktur. Denizin tatlı sert soğuğunda yalnızlığa kulaç atarsın.
Biraz sessiz kulaç atarsan yengeç kıskaçlarının takırtısını ve kertenkelelerin kurumuş yapraklarda gezinirken çıkarttığı hışırtıyı duyabilirsin.
Aslına bakarsan yaz zenginlerin mevsimidir. Bilge’nin doğudan kopup gelmiş, otellerde çalışan mevsimlik işçilerden farkı yoktur.
Yazlık mı? O buruk bir imgedir.
Bilge yazar yalnızlığından geri dönemeyeceğini bilir.
4
Değişim bazıları için yenide mülteci olmaktır. En azından benim için öyle. Sokaklar, sahiller, dağ etekleri, dünyadaki herhangi bir konum, “yersiz” yurtsuz beni dışlamakla meşgul. Gurbetçi değilim ben, mülteciyim. Konuştuğunuz dil, güldüğünüz karikatürler bana yabancı.
Uğradığım şehirlerden yalnızca bir tanesini sevdim. Karasu ırmağının yanından akıp geçtiği Bilgeler şehri. O şehir dışındaki bütün şehirler “Ama onlar para getirmez. Kendini sattırmayacak, bana yaramayacak yaşamın ne değeri var?” diyor. O şehirler tokluk kadar uzak bana.
Bir başka Bilge kenti bulmak için düştüm yollara. Bir tek Bilge kentinden ayrılırken ardımda yanan bir kent bıraktım çünkü Promethous’un Olimpia ateşini insanlığa verdiği güne rastladı ayrılış vakti. “Hep mi?” dedim “insanlar birbirine düşer, paylaşamaz hiçbir şeyi.” Üstüne üstlük Zeus gibi tanrılar da işin içine girmişken.
Bilgeler kenti yeni bilgilerle yok oldu.
Biz, değişim koşuşturmasına ayak uyduramayanlar, her uğradığımız şehirde giderek insanlığa mülteciler olduk.