Doğu kültürünün, VIII. yüzyıldan itibaren Batı’nın dikkatini çekmesiyle birlikte kültürlerarası bağın bir temel gereksinim olarak oluştuğu bilinir. Her ne kadar Batı, Doğu’nun köklü bir kültürden gelen sanatını görmezden gelmiş olsa bile; Doğu’nun dünya tarihindeki sanata etkileri karşısında kayıtsız kalınamayacağını sonunda görüyor. Avrupalılar, Doğu’yla sanat alanında çalışmaları bir an önce meşrulaştırmak için gerekli girişimleri, önerdikleri düzen dâhilinde ivedi yapıyorlar. George Orwell’in 1984 romanından anımsadığım bir tümce: “Düzenin gerekçesi yöneticilerin iktidar olma tutkusudur.” diyordu. Batı’nın Doğu’ya çıkış noktası, bir deformasyon sonucu Doğu sanatına ‘talip’ oldukları imgesini bize sezdiriyor.
Doğu ile Batı’nın edebiyat alanında ve bilimsel alanda kültürel paylaşımlarının, ilk olarak Haçlı seferleri zamanında gerçekleştiğini birçok tarihçinin eserlerinde okumaktayız. Daha sonraki gelişmelerin seyrine bakıldığında edebiyatçılar ve politikacılar, Doğu dillerinde (Arapça, Farsça, Süryanice vb.) çeviri merkezleri kuruyorlar; Doğu’yu ve Doğu’da var olan özgün sanatı, daha iyi tanıma, anlama ve bu kültürün kapitalist sistemin de yararına olacağını iyi bildiklerinden, kültürel alanda yeni bir yapılanmayı; alternatif bir model olarak kültür projelerine dâhil ediyorlar.
İspanya’da kurulan kültür merkezinde: Doğu dillerinde, tıp, matematik, astronomi vb. alanlarda yapılan çeviriler; Batı’da Doğu kültürünün algıya sunulup tanınmasını sağlıyor. Dolayısıyla Hıristiyan ve İslam kültürünün yolları; sanat, bilim ve edebiyat alanında bir aydınlanmaya doğru adım atarak toplum bilincinde kalıcı bir yere sahip oluyor.
Kültürlerarası bağın oluşum sürecindeki ilişkilerin, nedense ‘din’ olgusu paralelinde, İslâm düşüncesiyle ilişkilendirilmesi gerekliymiş gibi dayatmacı yapıtlara ve de yayımlanmış makalelere rastlıyoruz. Doğu – Batı ilişkisindeki kültürel girişimlere, öznel yaklaşarak inanç doğrultusunda olumsuzlayanlar olduğu gibi; koşullu teorik bilgilerle İslamiyet’in ve Hıristiyanlığın günümüze gelene kadar sanata yansımalarını XV. yüzyıla kadar giderek, kendi koşut düşünceleri doğrultusunda günümüze aktarılan yazıları okuyoruz. Başka açıdan değerlendirmeye bir örnek vermek gerekirse:
Modern dünyanın felsefi, siyasal, teknik yapısıyla çerçevelenmiş yaşama düzeyi karşısında, geleneksel İslâmî anlayışın yetersiz kalacağı üzerinde ittifak edilirken, İslâm düşüncesinin kâfir medeniyet karşısındaki yenilgisine mukabil geliştirdiği paradigma, “sahih” kabul edilmediği gibi “bidat” olarak değerlendiriliyor. 15. y.y itibariyle Batı’nın kabuğunu kırıp, kapitalizmle açılım sağlaması, coğrafi keşiflerle önce yeni “mekânlar” sonra da anamal temerküzü, akabinde “yeni” çıkış yolunu meşrulaştıracak bir düşünce ve felsefe (aydınlanma) geliştirerek dinini buna uyumlu hâle getirmesi (reform) İslâm düşüncesinin çıkmaza girmesine neden olmuştur. Bugünkü dünya sistemi, modernite ve aydınlanma, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan ve büyük oranda “kurtuluş”, “çıkış” arayan ideolojilerinin kalkış noktasıyla koşutluk arz eder. Ancak sorun iki “aydınlanma” (biz de yenilenme, ihya) arasındaki metodolojik farkla ilgilidir. Batı’nın sağlam gemiler çatıp bunlarla okyanuslara açılması, kendini kıstıran İslâm düşüncesinin boyunduruğundan tamamen kurtulmak niyetine haizdir.[1
Doğu ve Batı toplumu için bu kültür birlikteliği, Doğubilimcileri tarafından XII. yüzyıl ve IVII. yüzyılı aşan zaman zarfında gerçekleşiyor. Yapılan üretimler, toplumun sanat ve kültürel alanda aydınlanmasında önemli neden teşkil ederken; edebiyat, din, politika ve dil zaman zaman siyasi bir zemine taşınmasıyla birlikte, ülkeler arasında önemli sorunların baş nedeni haline geliyor bu iletişim. Birçok ülkenin Doğu bilimcileri, Doğu kültürünü çeviri yoluyla aktarımında; yanlı bir tutum takınıyorlar. Daha çok da Alman Doğu bilimcilerinin ilgi alanına giriyor Doğu kültürü. Bu alandaki önemli araştırmalar ve çalışmalar; günümüz sanat ve edebiyatına yol gösterici nitelik taşıyorsa da, Almanların Doğu edebiyatına ve Batı’daki diğer ülkelerin edebiyatına/ sanatına olan yoğun ilgileri nedeniyle kendi kültürlerini koruyamadıkları görülüyor. Dolayısıyla Alman dil’i ve edebiyatı yabancıların hâkimiyeti altına giriyor. Bu kültür depremiyle Almanlar sadece öz kültürlerini kaybetmiyor; Ulus devleti kavramını da kaybediyorlar.
*Doğu – Batı edebiyatında kültürlerarası ilişkiler; oldukça geniş bir yelpazede incelenip yorumlanması gerekir. Böyle bir araştırma, kitap oylumunda derin bir çalışmayı gerektireceğinden, bu yazıda; ülkelerarası ilişkilere kısa değiniler yaptım. “Işık doğudan gelir”i de baz alarak, İran’daki sanat ve Farsçanın sanatçıları için açtığım her bir alt başlığı, başka bir yazının konusu olarak değerlendirmeyi düşünüyorum.
Kültürlerarası paylaşımı ve gelişmeyi etkileyen olumsuz nedenler: Farklı dini inançlara sahip toplumlararasındaki anlaşmazlıklara ve önyargılı yaklaşımlara en çok da ‘dini inanç’ faktörü neden oluyor. Oryantalistler ve milliyetçi Batıcıların bu kargaşanın oluşmasında politik etkilerinin baskın olduğu su götürmez. Dolayısıyla Doğu- Batı diye bir coğrafi ayrımın yapılması, demografik dengesizliğe neden olduğu gerçeğini hatırlatır bize.
Hıristiyanlar ile fanatik İslamcıların karşı karşıya getirilmeleri, toplumlar arasında medeniyetler ve kültür çatışmasının başlıca zeminini hazırlamış oluyor. John Esposito’un böyle bir durumla örtüşen yorumuna bakalım: “Tarihsel dinamikleri… iki topluluğu rekabet içinde bulunmakta ve kimi zamanda güç, toprak ve ruh için ölümüne bir çarpışmaya hapsetmektedir.”[3]der.
Irkçı oldukları gibi oldukça da tutucu sanatçıların ve düşünürlerin, önyargılı yaklaşımlarına Onur Bilge Kula şöyle değiniyor:
Oryantalizm, Doğu-Batı gibi ayrımın yanı sıra Hıristiyanlık- İslam ayrımına veya karşılaştırmasına dayanır. Voltaire, oryantalist söylemde çoğu kez İslam yerine aşağılayıcı ve dışlayıcı vurgusu belirgin olan, İslam’ı bir kişinin doktrini veya ideolojisi durumuna indirgeyen “Muham-metçilik” kavramı kullanır. [4] demekte. Sadece Voltaire değil, inanç ve din bağlamında bir ırkı bir ulusu aşağılayıcı ve nefret içeren söylemlere imza atan. Bu yöndeki araştırmalarda Martin Luther’de de nefret içeren söylemlere ulaşırız. Bin ikiyüzlü yıllardan çarpıcı bir örneği Orhan Kemâl Tavukçu şöyle aktarıyor:
(…)”XIII. yüzyıl ortalarına kadar devam eden Haçlı seferleri özellikle Alman edebiyatında dikkat çekici bir gelenek oluşturmuştur. Friedrich von Hausen, Reinmor der Alte, Rubin gibi dönemin önde gelen şairlerinin bu seferlere fiilen katıldıkları bilinmektedir. İster Haçlı Seferleri’ne katılımı teşvik etsin isterse bunlara bizzat katılsın şairlerin birçoğu şiirlerinde Müslümanların tamamını ırk ve dil ayırmaksızın putperest olarak nitelendirmektedir. (…) Ricault Bonomel, Filistin’in önemli bir bölümünün Sultan Baybars tarafından fethedilmesi üzerine 1265’ten sonra yazdığı bir şiirinde doğrudan Türklerden bahsederek şöyle der” aktardığım dizlerde:
… Tanrı’nın belası Türklere karşı ne haç ne de iman fayda etmiyor.
Görünen o ki, Tanrı bizim aleyhimize onları destekliyor.[5]
Tarihten günümüze kadar aktarılan yapıtlarda görüyoruz ki; Türk kültürü ve medeniyetinin, Batı’da çok da iyi bir itibarı olmamış. Türkler tarihler boyunca göçebe bir hayat yaşadıklarından, bulundukları bölgenin kültürüne spesifik bir şekilde adapte olmaları Türk kültürünün itibarını olumsuz etkilemiş olabilir. Ayrıca İslamiyet’ten önce Türk toplumunun her zaman yücelttiği din, doğa ve kahramanlık; destanlara konu edilen değerleri arasında olmuştur. Bir alıntıyla da örneklemek gerekirse:
Türkler X. Yüzyıldan itibaren gruplar halinde İslam dinini benimsemeye başlamışlardır. Müslüman olan Türkler, diğer dinleri benimsemiş boylara bu yeni dine girmeleri konusunda çağrı yapmaya başlayınca savaşlar çıkmıştır. Atilla Şentürk ve Yusuf Çotuksöken’e göre “ İslamlık ertesi ilk Türk destanları, Müslüman Türklerle Budist Uygurlar arasında savaşlar üzerine söylenmiştir. (…) İslamı benimseyen Türk halklarının yerleştiği yörelerde oluşan edebiyat geleneği, bu yeni dinden ve özellikle de zengin Fars edebiyatından büyük ölçüde beslendi. [6] demekteler.
Toplumlar arasında bu denli kültür ve sanattan beslenmeler söz konusuyken, bazı dünya insanlarında (vb. düşünürler dâhil) ve ülkemizde virüs gibi yayılan ‘ırkçılık’; toplumların kültürlerarası ilişkilerinde radikal kararlar almasına engel teşkil ediyor. Dünyayı saran, insanları öteki yapan, milliyetçilik olgusu; sanatı baltalayan unsurların en başında geldiğini tarihteki örnekleriyle unutmak olası değil!
İran’da XIX. yüzyıla varan zaman dilimi: İranlılar, iktidar tarafından baskının, sömürünün, en şiddetlisini yaşadıkları karanlık dönem ve de geleneklerinden gelen duraklama döneminin izleri XX1. yüzyıl’da bile görülmekte. İslam öncesi ve İslamiyet’ten sonra İranlı hükümdarlar din ve bu doğrultudaki düşünce yapısıyla meşruiyet kazanma amacı ve uğraşı içinde olduklarından, sanatın ve edebi kültürlerinin dünya ülkeleri arasında bu denli önemli olduğunu pek kavrayacak bilince sahip olmadıkları anlaşılıyor. Elbette böyle bir baskı, sanat ve edebiyat alanında bariz bir şekilde kendini gösterecekti.
İran’daki ‘öz kültüre’ sahip olma, koruma ve bu kültürü evrensel platforma taşıma mücadelesini şairler, yazarlar ve sinema sektöründeki sanatçıların bu görevi üstlenmesiyle, aydınlanma yolunda kısmen de olsa kriz aşılıyor. Bir tarafta kapitalistlerin güç odaklı şah taraftarı (işbirlikçileri) saltanat sürerken, diğer tarafta kültür/sanat adına halkları için büyük emek sarf edip direnen şair ve yazarları vardı: (Nîmâ Yûşic, Ahmed Şamlu, Sohrâb Sepehrî, Sâdık Hidayet ve aralarında en genç olanı Furuğ Ferruhzad’ı vb.) sayabiliriz.
İran’da sinema: İran’da 1980’den sonra, olağanüstü baskı ve sansüre rağmen, kadın yönetmenlerde adeta bir patlama yaşanıyor. Nasıl ki Türkiye’de (darbe yıllarında) 1980’den sonra şair kadınların edebiyatın birçok alanında sayıları önemli bir artış gösteriyor idiyse, İran’da da şeriat faşizmine rağmen sinemada oluyor bu hızlı çıkış. İran’da kadın sanatçılar; Batı’da sinema alanında üst düzey eğitim alıyorlar, üniversitelerde tez çalışmaları yapıyorlar, senaryo yazıyorlar ve o filmin yönetmenliğini de üstleniyorlar. Ne yazık ki senaryosunu yazdıkları ve çektikleri filmde bizzat kendileri rol alıp oynayamıyorlar; şeriat kanunları yüzünden! Örneğin; Furuğ Ferruhzad’ın “Kara Ev” filminde sesini duyarız ama görüntüsü yoktur!
Sinema alanında emek veren birkaç sanatçı kadın ismi verecek olursam: Devrim sonrası, (Tahmineh Milani, Puran Derahşandeh, Ferhundeh Hacızadeh, Samira Makhmalbaf, Furuğ Ferruhzad, vb.) dikkat çeken bağımsız yönetmenlerdir. Devrim öncesi çalışmalarıyla dikkat çeken yönetmen ise (Manijeh Hekmat vb.) İran edebiyatında modernist bir düşünceyle Şah rejimine ve İslam Cumhuriyetine adeta başkaldırıp; sanat, sanatçılar ve kendi sanatları için yaptıkları kıymetli yapıtlarla toplumu bilinçlendirme uğraşları, Batı’nın dikkatini İran’daki sanatın üzerine çekmeye yetiyor.
İran’da yönetmen kadınların çektiği sinema filmleri, sansüre uğrayarak birçoğu gösterime girmiyor İran’da; fakat bu filmler Batı’da ödüller alıyor. Dolayısıyla İran’ı dünya kültür arenasında özgün bir platforma taşıyor bu sanatçılar. Zaten bu sanatçıların birçoğu Batı’da kendi alanları dâhilinde iyi eğitim almış bireyler…
Doğu toplumunun şair ve yazarları, Batı’ya yüzünü dönerek Batılılaşmanın modern sanatta vazgeçilmez olduğunu görüyorlar. Yazının başında bahsettiğim gibi, aslında Batı (kapitalistler), Doğu’daki cevheri daha önce keşfederek ılımlı siyasi/ politik yaklaşımlarla varolan sanatsal değerlerini daha da geniş bir platforma taşımak ve geliştirmek için, Doğu’ya yaklaşarak bu kültür hazinesine sahip olma yolunu açmışlardı; çünkü Batı medeniyetlerinde bir gerileme olduğunun farkındaydılar. Dünya insanlarıyla bu alanda yakınlaşmalar; çeşitli ulusların bir araya gelerek kültürlerarası bağı oluşturmaları sanatın gücüyle olduğu gibi, ortak bir modernleşme ayağının farklı diller ve kültürlerin biraradalığı ile bu oluşum, medeniyetlerarası barışın da önkoşulu olsa gerek.
İslam Devrimi’yle, tabuların yıkılıp kısmen de olsa özgürlüğün meşrulaşması söz konusu olsa bile, XX1. yüzyıla geldiğimiz bu zaman diliminde, Fars şiirinde ve sinemasında merkezci ideolojinin, yenilikçi bir yapıya ve kavramlara sıcak bakmadıklarından, baskıcı ideolojinin halen çok da değişmediğini görüyoruz. Geçmişte var olan klasik bir hâkimiyetin, kısmen de olsa (en çok da kadınlar üzerinde) varlığı söz konusu İran’da.
Ne var ki sanatın gücü; faşizan İslamî hareketin baskıcı tutumuna ve toplum üzerinde hiç de demokratik olmayan yaptırımlarına karşı İran’ın beş bin yıllık tarihi, uygarlığı ve etnik kökenlerin çok renkli toplum mozaiği oluşturmasıyla birlikte; edebiyatta, şiirde, sinemada çalışkan ve zeki halkın gücü, İran’daki faşizmi bir nebze de olsa pasifize etmeye yetmiştir.
İran’ın dünya ülkeleri arasında (özellikle Batı’da) ilgi duyulan bir yerde olmasını sağlayan en büyük nedenlerden biri de, gelenekten beslenerek modern sanatın her alanında sağlam adımlarla (yukarıda da bahsettiğim gibi, dilde, bilimde, felsefede, sinemada, şiirde, vb.) başarılı olmaları, bütün gözlerin İran halkı ve İran coğrafyası üzerine çevrilmesine neden olmuştur.
Beş bin yıllık sanat geçmişi olan İran’ın dünya çapında bu denli tanınması; Farsça çevrilerin birçok dilde yapılması, Batı’nın birçok ülkesinde Farsça eğitim kurumlarının yaygınlaşmasıyla gerçekleşiyor. Ve böylece Çağdaş İran edebiyatının Batı’daki değeri önemli ölçüde artıyor. Çağdaş dünyanın kültür arenasında İran, daha çok uzun yıllar şimdiden yerini sabitlemiş görünüyor.
Mühür Dergisi, Eylül- Ekim 2018, S: 78
[1] Ercan Yıldırım, Hece Dergisi, Özel Sayı: 16, (S: 138/139/ 140), “Paradigmayı Yenilemek, Terketmek Sürecinde islâmcılığın Modernliği” yazısı, Haziran – Temmuz – Ağustos 2018, s: 196
[2] Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, İletişim Yayınları, 11. Baskı 2009, İstanbul, s: 59, Çev: Misket Gizem Gürtürk
[3]Aktaran: Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Okuyan Us Yayınları, Baskı: V, İstanbul, Aralık 2006, s. 308- 309 Çev: 1-7. Bölümler: Mehmet Turhan, 8-12. Bölümler: Y. Z. Cem Soydemir
[4]Onur Bilge Kula, aktaran: Sibel Okuyan, Doğu Kültürünün Batıda Yansımaları, SAÜ Fen Edebiyat dergisi (2011-11)www.fed.sakarya.edu.tr/arsiv/yayinlenmis_dergiler/2011_2/S4_makale.pdf
[5] Orhan Kemâl Tavukçu, Edebî Metinler Işığında Doğu Kültürlerinin Batıya Etkileri ve Batıda Türk İmgesi www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi6/sayi6pdf/48.pdf
[6] Ahmet Sarı, Türk Ve Alman Poetikasının Kitabı, Salkımsöğüt Yayınevi, 1. Basım, Konya, 2006, s: 57