Birgül Yangın Aslanoğlu yazdı: 2021’de Limanına Demir Attığım Kitapların Yazarlarına Saygı Duruşu
Truman Capote der ki: “Bir yazarın yazdıkları bir şekilde otobiyografiktir.” Kelimeler elinden, düşünceler zihninden, duygular yüreğinden süzüldükçe satırlara, kendinden izler bırakırsın yazdıklarında. İşte onlar senden çıkıp kahramanlarının olur sonra da okuyucu sahiplenir onları. Bir okur olarak sevdiğim yazarların kelimelerinin büyülü dünyasını, hayallerini, duygularını içselleştiriyorum ister istemez. Bazen bir kitaba öyle kaptırıyorum ki kendimi yaşadığım hayattan sıyrılıp bir kurmacanın içine dalıveriyorum. 2021 yılında soluklandığım, hüzünlendiğim, mutlu olduğum, heyecanlandığım, kaygılandığım, kahkahalar attığım, düşündüğüm, dönüp dönüp satırlarını defalarca okuduğum, altını çizip kenarına notlar düşerek ve sayfa köşelerini kıvırarak izler bıraktığım ve bir nevi kendi duygu dünyamı ifşa ettiğim kitaplardan bazılarına değinmek istedim. Cemil Meriç’in de dediği gibi “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. “ Kitapları, hayatının merkezine alan insanlara gelsin bu seçki.
KIŞ BAHÇESİ-GÜRAY SÜNGÜ
Aziz ve Harun’un dönüşümlü öyküsünü heyecanla takip ettiğimiz Kış Bahçesi’nde yine bir hayat muhasebesi var, yine şaşırtıcı, beyin yakan, sürpriz sonlu, soran, sorgulatan bir roman. Süngü, Kış Bahçesi’nde diğer eserlerine atıflarda da bulunmuş.19 yaşında 510 sayfa roman yazan Aziz, Süngü’nün 22 yaşında yayımladığı oldukça hacimli ilk romanı Dürdüncü Tekil Şahıs’ı getiriyor akıllara. Aziz adlı yazarı anlatmakla zaman zaman Düş Kesiği’ni hatırlamaktayız. Harun’un arayışı, Az Kalan Gölge ve İnsanın Acayip Kısa Tarihi’nde kendi iç yolculuğunda arayış içinde olan kahramanları hatırlatıyor. Kış Bahçesi’nde bir baba oğul öyküsünün hüznü, yazarın başka öykülerinde de farklı biçimde ele alınmış. Gerçi Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağı’ndaki baba oğul ilişkisi çok güzel verilmişti. Güray Süngü’nün babasını kaybettiği yaşta bu eseri yazması da ayrıca çok anlamlıydı. En son eseri Sayıklar Bir Dilde’ de “Söyle derler güz geride kaldı şimdi kış” Serkan Türk dizesi etkisiyle yazdığı şiirde “Aziz, Harun’u yazdı, Serkan ikisinin düştüğü bahçenin kışını yazdı.” diyor. Kış Bahçesi’ni anlatıyor bir nevi. Hiç Bir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi öykü kitabındaki Kılık ve Yara Kabuğu öyküsündeki Hande, bu eserde de karşımıza çıkıyor.
Ben her romanda Güray Süngü’yü okuyorum sanki. Aziz’i okurken de hayalimde hep Güray Süngü canlandı. “İçinde yumruk kadar taş var ve onu ya içinde ufalayacaksın, ya da söküp dışarı atacaksın; o taşın varlığı seni sanatçı değil dertli yapar, seni sanatçı yapan o taşı ufalayabilmen ya da dışarı atabilmendir, çünkü bu, ancak eserle olur.” diyor Süngü. Sanki o taşı ufaladıkça içinde büyütüyor çünkü dinmeyen bir sancı, sıkıntı ve arayış var eserlerinde. Aziz de bu sancıyı yaşayan bir yazar romanda.
UYURGEZER BİR GÖLGE-SERKAN TÜRK
“bensiz kalacaksın bir gün, dedi
ışığı sönmüş bir ev, dişsiz bir ihtiyar gibi.
Çok yönlü yazarın, şair dokunuşuna eserin henüz başında şahit olur okuyucu. Şiirin öyküye kanatlanması olarak nitelendirebiliriz Uyur Gezer Bir Gölge’yi. Zira on dokuz öyküden oluşan bu eseri okurken yazarın şair kimliğini; şiirin öykü ile olan uyumunu ve kardeşliğini görürüz adeta.
Öykülere genel olarak baktığımızda günlük yaşamın olağanlığını anlatırken arada küçük farklı dokunuşlarla sürprizler sunmayı tercih etmiş Serkan Türk. Bireysel konular ağırlıklı ele alınmış gibi görünse de toplumsal duyarlılığa da dokunuşları görebiliyoruz satır aralarında. Topluma ayak uyduramamış, yalnız, terk edilmiş, içe kapanık, kendini ifade etmekten kaçınan karakterler sunmuş yazar. Bizden biri bu yazar, diyecek kadar da samimi bir anlatım sergilemiş.
Türk’ün ifade ettiği gibi “Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de yaşamaktan vazgeçmiyoruz. O içimizi bunaltan, karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey geçip gitmiyor.” Kişinin kendisiyle hesaplaşmasını, güvensizliğin bir gölge olarak peşini bırakmamasını, düşüncelerinin ve ruhunun bir uyurgezer olduğunu anlatan Uyur Geze Bir Gölge, en çok etkilendiğim öykü oldu. Kahraman içinde sürekli konuşan birinin varlığını duyumsadığı için yazdığını ve yazarken kendini, eksiklerini ve tamamlanmaya çalıştığını anlatır. Serkan Türk, ben anlatıcı dilini kullanarak Amerikalı şair Sylvia Plath’ın intiharından önceki ruh halini muazzam bir anlatımla öyküleştirir.
KAMBURUMA ÜÇ SEBEP-RECEP KAYALI
Toplumun yok saydığı, horladığı, ucube kabul ettiği, dışladığı, ötekileştirdiği karakterlerin merkeze alındığı öyküler, insana insan olmayı bir kez daha hatırlatmakta. Hepimiz, sırtımızda ağırlığıyla ezildiğimiz bir kamburu taşımıyor muyuz aslında?
Recep Kayalı özgün öyküleri ve dili nitelikli kullanımı ile edebiyat dünyamızda emin adımlarla yükselmeye devam edecek bir yazar. “Benim yazarlarım” dediğim kalemlerden biri arasına çoktan girdi bile. Kamburuma Üç Sebep, belli ki adından daha çok söz ettirecek. Siz de çözemediğiniz sıkıntılarınızın olduğunun farkındaysanız ve dünya ağrısı çökmüşse kalbinize, zaman zaman ezilmiş bir kola kutusu gibi hissediyorsanız kendinizi, bir ruh bükülmesi yaşıyorsanız, görünür olduktan sonra dilim yaratılmış olmalı diyorsanız, sevdiğinizden ayrılmayı bir organınızın sizden ayrı davranması gibi görüyorsanız, kafanızda ölü doğan sorularınız ya da çocukluğunuza bol gelen hüzünleriniz varsa özellikle de sırtımızda giderek büyüyen görünmez kamburumuzun sebeplerini anlayabilmek adına bu kitabı mutlaka okumalısınız.
KISA DEVRE-ARZU ÖZDEMİR
Arzu Özdemir, küçürek öykü ile adından çok söz ettirecek ve bu öykü türü ile anılacak bir isim. Okuyun okutturun, derim. Aslında çoğu öykünün altını çizmişim ama bir kaçına örnek verecek olursak:
AVUNTU
Küçük kız, annesine, Yeniden evlensene! dedi. Evlen ve bana bir kardeş yap. Erkek olsun ama adını ben koyayım.
Annesi, Ne koyacaksın? diye sordu.
Kız buruk bir gülümseme ile cevap verdi: Babamın adını.
KADIN DAYANIŞMASI
-Üzülme, sakın kızım! Arkanda dağ gibi annen var.
-Sen de üzülme anneciğim, senin de arkanda küçük bir tepe var.
LAV DENİZİNDEKİ ADA- MUHAMMET ERDEVİR
Son Gül İçin Prelüt, modern öykü unsurlarını, bireyin iç dünyasını yansıtan, şiirsel dilin hakim olduğu, imge yüklü öykülerden oluşan bir eser. Lav Denizindeki Ada’da da aynı şiirsel dili yakalıyor okuyucu. Bir edebiyat öğretmeninin kaleminden yansıdığını hissettiren öyküler yer almakta bu eserde. Öykülerde iç konuşma ve bilinç akışının karakterler üzerinde çok başarılı kullanıldığını görüyoruz. Yer yer büyülü gerçekçiliğin de verildiği öyküler, insanın kendi iç dünyasına yolculuğu, kimlik arayışını, yalnızlığını, anlaşılabilmeyi de anlatmakta.
Lav Denizindeki Ada, günümüz insanının meşguliyetleri içinde kayboluşunu, yalnızlığını, yetememe, yetişememe halini ve sancısını en güzel ifade eden öykülerden biri. Bir masal yolculuğu adeta Lav Denizindeki Ada. Aynı zamanda içsel bir yolculuk. Muhammet Erdevir’in güçlü kaleminden daha nice öyküler okuruz umarım.
SUS BARBATUS 2-FARUK DUMAN
Büyülü gerçekçiliğin halk edebiyatındaki don değiştirme ile birlikte verilmesi, efsane halk hikâyesi ve menkıbelerin Duman’ın yorumuyla yeni bir bakışla yazılması, Maupassant’ın “Horla” adlı öyküsü ile metinler arasılığın verilmesi de eserde dikkatimden kaçmadı.
Romanın sonunda Sus Barbatus’un kimin bedenine girdiği çok manidardır. Ayrıca hayvan isimlerinin büyük harfle verilmesi de derin manalar içermektedir. Ormanın ve hayvanların birer kahraman olduğu bu romanda insanların “hayvanlaşması” aslında kötülüğün hayvanlaşmak olarak verilmesinin de ironisini sergilenmekte. Bir röportajında da Duman’ın belirttiği gibi “HAYATTA İNSANDAN DAHA KORKUNÇ BİR ŞEY YOKTUR VE DE OLAMAZ.”
İnce Memet Serisi gibi destansı bir anlatımın olduğu Sus Barbatus’un üçüncüsünde mevsimsel geçişin yine olacağını düşünmekteyim. Bakalım serinin üçüncüsünde hangi folklorik ögeler eklenecek yeni karakterlerle. Kar ve yağmurdan sonra kavurucu bir sıcakla yaz mevsimi mi karşılayacak bizi? Kim bilir?
ATLARI UÇURUMA SÜRMEK-EMİN GÜRDAMUR
Balçıktan günlerle çıra kokusunu, muska niyetine boynumuza astığımız hiçliği, dünyanın bir yetimhane oluşunu, şiirin ölümü yapraklarıyla gölgeleyişini, kendini suyun kaderine koyuverişini, zamanın her mısrayı yanlış perdeden okuyan alaycı mezar bekçisi oluşunu, bir kızılağaç yaprağının dile gelip ustasının öyküsünü anlatışını, Salih Öğretmen’in yağmurlu bir günde şemsiyesini açmadan zehirli Yağmur’una doğru kayboluşunu, babasız büyüyen çocukların ellerinde süpürgeyle dünyayı acılardan temizlemeye çalışışını, her yeni doğan bebeği annesinin karnından çekip rahmine alan ihtiyar bir ebeye benzetilen dünyayı, yüzdürdüğü kâğıttan gemilerle kendi kaderini yansıtan çocuğu, kendini akıllı zannedenler içinde Allah’ın yazılarını gören Salih’i, çocuğunu doğurmak istemeyip ölüme aşeren anneyi mi hangi birini anlatayım? Nasıl anlatayım? Duygularımı ifade etmekte kelimelerimin yetersizliğini hissettiğim bir kitap Atları Uçuruma Sürmek. İyisi mi ne demek istediğimi anlamak için siz de Emin Gürdamur’un kelimeleri ile kanatlanın uçurumunuzdan.
SAKARMEKE-M.FIRAT PÜRSELİM
Mizahla gülümsetirken Pürselim, toplumsal pek çok yaraya da göndermeler yapmakta. Samimi, yalın bir anlatımı ve oldukça sağlam bir dili var yazarın. Distopik öykülerin de yer aldığı eserde en çok dikkatimi çeken öykü “Erektus Kalesi” oldu. “İran’da özgür bir kadın ölü bir kadındır.” sözünden yola çıkarsak bu öykü İran’daki kadınların yaşamını, Hasan Sabbah’ın anlatılarını anımsatmakta. Erkek egemen bir dünyanın distopyası. Bu yüzden belki de öykünün adı Erektus Kalesi. Erk’ten gelmekte. Öyküde yazarın ayet ve hadislere vakıf olduğu ve öpüp baş üstüne konulmaktan öte geçemeyen, anlaşılmayan Kur’an-ı K erim’i ve işine geldiği gibi anlaşılan din algısını yansıtması oldukça dikkat çekici.
Pürselim’in de söylediği gibi “İnsanlardan kaçıp her zamanki gibi kitaplara sığınıyorsun… Bir kez daha sıcacık yürekleriyle sarmalıyorlar seni…” Sakarmeke de sımsıcak yüreğiyle sarmalayacak sizi.
GÜZELLİĞİNİ GÖRDÜKÇE AĞLAYASIM GELİYOR-ETHEM BARAN
“Virginia Woolf’ün Dalgalar kitabından bir epigraf yer alıyor: Binlerce öykü uydurdum, sayısız defter doldurdum gerçek öyküyü, bütün bu sözcüklerin oturacağı o bir tek öyküyü bulduğumda kullanılacak tümcelerle. Ama daha bulamadım o öyküyü. Ve sormaya başlıyorum, öyküler var mıdır diye.”
PEDRO PARAMO-JUAN RULFO
Karmaşık yapısı, anlaşılmasının güçlüğüyle bu eser bir arayış romanı. İronik bir biçimde ülkenin siyasi ve inanç yapısı ele alınırken Pedro Paramo nefretin, gücün, zulmün nefesidir. Comala da kim ölü, kim yaşıyor, kim hayalet belli değil. Duvarlardan karanlık içinden gelen sesler kimin? Ne anlatır o sesler? Comala nasıl bir yer? Cehennemin yeryüzündeki hali mi? Comala’da yaşayan cehennemde battaniyeye sarılır, diyor yazar. Meraklısına tavsiye edilir.
“Günahlarının utancını içinde hissetmeden gözlerini cennete dikebilecek bir kişi bile yok aramızda.”
ROZALYA ANA-SEVİNÇ ÇOKUM
Kitapta, Bir Ağacın Dilinden öyküsü, en çok etkilendiğim öykülerden biri oldu. Bir konaktaki ağacın dilinden üç kuşağın hikâyesini dinleriz. Zaman geçer, evin sahipleri bu dünyadan göçüp gider, çocuklar büyür, her biri bir yere dağılır sonra evin yeni sahipleri ile hikâye devam eder. En sonunda ağacın kesilen dalından bir baston yapılır. Bastonun sahibinin öyküsünü dinleriz bu kez. O da ölünce eskiciler sokağında eski eşyaların satıldığı bir dükkânda hikâyesini anlatacağı birini bekler durur baston. Osmanlı’nın son yıllarını, ihtilalleri, değişen İstanbul’u bu öyküde bir ağacın o nahif anlatımıyla dinleriz. Aşklar, evlilikler, doğumlar, ölümler, ayrılıklar, savaşlar ve daha neler neler görür bu ağaç. Kök salmanın, ailenin sembolü olan ağacı, yazarın burada çok güzel bir metafor olarak kullanması da ayrıca çok anlamlı.