Ayfer Tunç, “Aziz Bey Hadisesi” adlı eseriyle, kadın kalemler arasında yüreğime hitap edenlerden olmuştu. Anlatımındaki duruluk ve öyle beylik laflar sıralamadan ruha dokunan ifadeleri cezp etmişti beni. Kaypak bir ampul, kırık dökük bir ay ışığı, çocukça bir küs işareti gibi üst üste binmiş parmaklar, öksüz kalan sokaklar, hazin doğumlarla gülünç ölümler, kan döken öfkeler, çıldırtan gamsızlıklar, zehirli nefretlerle zaaflı aşklar, sır dolu aynalar gibi.
Hayatımızın, elimizden bu kadar çabuk ve farkında olmadan kayıp gittiğini, tamburi Aziz Bey’in kedere gark olan namelerinde hissetmiştim. Sanırım acısını taze tutan, ruhunda sürüp giden kederli yolculuğa şaşmaz bir vefayla bağlı olan, bazen gururlu, bazen çocuksu, bazen zavallı, bazen mağrur duran Aziz Bey karakterinin yazar tarafından bu kadar başarılı anlatılmasını çok sevmiştim.
İsmiyle dikkatleri çeken “Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura” ise Ayfer Tunç’un okuduğum ikinci eseri. Roman, okundukça ismi anlam kazanan bir eser.
“Ya’aburnee” Romanın en can alıcı kelimesi belki de. Arapça olan bu tabir “Beni sen göm. Ben senden önce ölmek istiyorum çünkü seni kaybetmeye dayanamam.” anlamına geliyor. Aynı kaderi yaşayan, genetik bir hastalıkla yaşamaya çalışan iki aşığın hikâyesi ekseninde esasında yazarın ustalıkla serpiştirdiği birçok kısa hikâyeden oluşturulmuş bir roman bu eser.
Yazar, erkek bir karakterin bakış açısıyla başlıyor anlatımına. Umut’un ailesini ve Sanem’i anlattığı bölüm biraz ağır ilerliyor okurken. Umut’un annesinin, onu günden güne eriten amansız bir hastalığa yakalanması ile Umut’un esasında annesinin bozuk genini taşıyan hastalığa “Sophia” adını verdiğini anlamakta epey güçlük çekiyorsunuz. Yazar bu hastalığı, sanki bir karaktermişçesine anlatıyor. Eserde annesinin bozuk geninin mirasını, “abi mi yoksa kardeş mi almış?” diye yazı tura atılıyor adeta. Sophie seçimini yapıyor; abi değil Umut seçilen oluyor. Yani bu hastalığın kurbanı Umut, Sophie adını verdiği bu hastalıkla yaşamaya çalışıyor. Umut’un umudu, Amerika’da tanıştığı Sanem oluyor. Bu çift, mesafelerin engel olamadığı bir aşkla birbirlerine güç veriyorlar.
İkinci bölümde yani “Tura” başlıklı bölümde, kadın kahramanımızın bakış açısıyla olaylara tanıklık etmeye başlıyoruz. Açıkçası bu bölümü daha başarılı bulduğumu belirtmek isterim. Ne yazık ki bu kitapta, bir kadın yazarın erkek bir karakterin bakış açısıyla anlatımını çok başarılı bulamadım Umut’un anlattıklarının okuyucuyu romana tamamen çekmediğini düşünüyorum bu yüzden. Oysa “Tura” bölümüyle kitap birden canlanıyor. Okuyucuyu birden saran, sürükleyici bir anlatım çıkıveriyor karşınıza. Sanem’in ailesini, sevgisiz büyümesini, toplumda silik ve yok sayılan hayatına şahit oluyoruz bu sefer. Küçük yaşta âşık olduğu Deniz’e olan tutkusu, kendisini yok sayacak kadar ona bağlılığı, maalesef ona mutluluk yerine hüzün getiriyor. Daha lise öğrencisi iken, Deniz’den hamile kalan ve terk edilen Sanem, ailesi tarafından dışlanmasıyla yalnızlığına gömülüyor. Annesi, muazzam bir plan yapıyor. Doğumda bebeğini kaybeden ve bir daha çocuk sahibi olamayacak büyük kızına, bir evlat buluyor. O bebek, Sanem’in dünyaya getirdiği gayri meşru çocuktur. Herkesten gizlenen bu olayla büyük kız bir evlat sahibi olurken henüz on yedisinde bir lise talebesi olan Sanem de toplum gözünde günahından arındırılıyor adeta. Bu olay, ailenin gözünde Sanem’i yüz karası kılıyor.Amerika’ya yerleşen ve mimar olan Sanem, Umut’ a tutunarak kendini buluyor. Umut Türkiye’ye dönünce de sürekli yazarak iletişime devam ediyorlar.
Kitabın “Her şey çok çabuk kayboluyor.” başlıklı üçüncü ve son bölümünde, yazar ustalığını konuşturuyor. Her iki karakterin ağzıyla iki bölüm arasındaki bağlantılar kurulurken bir yandan da aralarında kilometrelerce mesafe olan iki aşığın aynı cümlede birleşmesi veriliyor. Sophie’nin artık bu iki aşığa verdiği sürenin dolduğunu okurken de hüzünleniyorsunuz, tüm parçaları birleştirmeye başlıyorsunuz.
Roman, Umut ve Sanem’in hastalığı ve aşkının yansıra içinde pek çok alt hikâyeleri de barındırmakta. Yer yer gereksiz detaylara yer verilse de yazarın anlatımında kullandığı teknik oldukça etkileyici.
Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, bir aşk kitabı değildir. Kitabın başlığı, aldatmasın sizi. Aşkın, övülmeden olağan bir biçimde anlatıldığı bu eserde, zamanın kum gibi elimizden kayıp gitmesi, hayatımızın kontrolünün bizim elimizde olmadığı, kaderin ördüğü ağlara kapılan insanların bunu kabullenip hayatlarını anlamlı kılma çabaları, “Carpe Diem!” mantığıyla anı yaşamanın insanı ayakta tuttuğu, acıların insanları olgunlaştırdığı anlatılıyor. Yazara göre âşıklar delidir ve deliler acı çeker. Bu eserle ilgili son bir kelime söylemek istiyorum; kitabın sonunda Sanem’in Umut’a söylediği ve bu sözü onun duyup duymadığını hiçbir zaman öğrenemediği bir kelime:
Ya’aburnee!
Birgül Yangın Aslanoğlu