BİZİM KAHRAMANIMIZ CÜNEYT ARKIN
“O iyi insan o güzel atına binip gitti”
Sinema, teknik bir buluş ve mekanik bir eğlence. Kolaylıkla bir ülkeye yerleşebilir ve seyirci topluluğuna çabucak seslenip, onları etkiler. Türk sinemasının da kendine has üslûbu, Türk seyircisini etkiledi ve öyle isimler var ki Türk sineması o isimlerle anıldı. Cüneyt Arkın o isimlerin başında gelenlerdendi. Türk sinemasına damgasını vurmuş bir jöndü. Şöyle yandan yandan bakıp, kirpiklerini kırpıştırarak, dudağını hafif burup o içten gülümsemesiyle ve o mavi gözleriyle insanın içine işleyen bakışıyla ne çok sevmişiz onu. Herkesin dilinde aynı sözler, çocukluğumuz, gençliğimiz kayıp gitti elimizden. Ortak bir maziyi kaybetmenin verdiği burukluğu ve beyaz perdede yeri doldurulamayacak bir yıldızı kaybetmenin hüznünü yaşadık hepimiz. Türk sinema tarihinin panoraması aynı zamanda cumhuriyet tarihinin yansımasıydı onun filmleri.
Görsel dünyanın gücünü görmezden gelemeyiz. Görsel dünyanın insanları en çok etkileyen unsurlarından birisidir sinema. Türk sineması çok sağlam bir yapılanmaya sahip olmasa da bazı filmler, kültürümüzü çok iyi yansıtmış, gönüllerde yer etmiştir. Faruk Nafiz Çamlıbel, “Sanat” şiirinde “Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken, Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz.” der. Şairin bu dizesine katılmamak ne mümkün! Anadolu toprakları, çok köklü bir kültür mirası bırakmıştır bizlere. Giyimiyle, müziğiyle, halk oyunlarıyla, düğünleriyle, cenaze törenleriyle, yemekleriyle, edebiyatıyla bir bütündür Anadolu. Bu mirası elbet yaşayarak yaşatabiliriz. İşte sinemanın gelecek nesillere geçmişini öğretme gibi bir misyonu vardır. Müzik, resim, tiyatro, edebiyat gibi sanat dallarının harmanlanmasıyla oluşan sinema, esasında ne büyük tesirler bırakabilir genç kuşağa. Sinemayı sadece bir eğlence aracı olarak görmemeli. Zira kültürel mirasımızın en güçlü taşıyıcılarındandır sinema. Gelecek nesillere bırakacağımız bir nevi külliyattır. Yitip gitmiş gelenek ve göreneklerimizin bir dönem nasıl yaşadığının görsel delilleridir.
Destanlar, bir milletin varlığını, acısını, sevincini, coşkusunu, heyecanlarını kısacası duygu ve düşünce yapısını oluşturan zenginliklerdir. Edebiyatçılar destanı bir çığa benzetirler. Bir kartopunun bir dağdan yuvarlana yuvarlana büyümesi, çığ olması gibi destanlar da oluşumunu, gelişimini zamanla sağlar.
“Söz uçar yazı kalır.” der büyüklerimiz. Sözlü edebiyat için bunu söylemek pek doğru olur mu bilemem. Atasözlerimiz, deyimlerimiz, destanlarımız yüzyıllar boyu ağızdan ağıza aktarılarak günümüze kadar taşınmıştır. Sözün uçtuğu yerde yüreklere kazınanlar kalmış, inanç yapısı devam etmiş, tarihi olaylardan beslenilmiştir. Böylelikle köklü bir kültür mirası olan destanlar mitolojik öğelerle süslenerek her milletin kendi kimliğini oluşturmuştur. 1950’lerden sonra da beyazperdenin büyülü dünyası ile tanışmaya başlamıştır. Hazırlanma süreçlerinde tarihi gerçekliklere dokunan bu filmler, diğer yandan fantastik özellikleriyle merakımızı doyururken efsaneleri ve destanları yaşatmaya devam etmiştir.
Battal Gazi filmlerinde de alp tipine yer verilmiştir. “Kahraman, cesur, gözü pek anlamlarına gelen alp kavramı Türk destanlarında bir tipe bürünmüştür. Türk destanlarında bir kişi eğer cesursa ve soyu asilse bu isim verilmiştir. Garipname’ye göre alp kişide dokuz unsur gereklidir. Kılıç, süngü, yay, arkadaş, gayret, sağlam yürek, kas gücü ve özel bir giysi alp kişide olmazsa olmazlardandır. Alp kişi kendisine verilen bu üstün yeteneklerin rastlantısal olmadığını, manevi bir gücün ya da tanrısal bir gücün bu yetenekleri kendisine bahşettiğine inanmıştır. Tanrının insanoğluna diğer bir vergisi ise at olmuştur. At, Türk destan tiplerinde üstün yetenekleri olan, ‘su’ ruhundan türemiş bir hayvandır. Ayrıca, atların denizden çıkan, dağdan inen ya da gökten, rüzgârdan gelen kutsal aygırlar olduğu düşünülmüş, Türklerin ise bu düşüncesi inanca dönüştürülmüştür. At sıradan bir at değildir. Kutsal bir varlık olduğuna inanılan at; alp kişiyi tehlikelerden korur, ona yol gösterir, gücü sayesinde ölümlerden kurtarır. Atından uzak kalan alp, cesaretini, aklını yitirir ve normal insan haline döner. ‘Türk çadırda doğar, at üzerinde ölür’ yargısı Türklerin yaşam felsefesini oluşturmuştur.”
Battal Gazi filmlerinde at, kahramanın gücü, desteği, arkadaşı olmuştur. Cüneyt Arkın bir köy çocuğu olarak iyi at binen ve oynadığı rolün hakkını vermek için aylarca sirklerde çalışan biri olarak sinema tarihimizin belki de en iyi at binen oyuncusuydu. İyi at binmemin yanında at sevgisini de sanırım bilmeyen yoktur.
Dünya sineması, günümüzde ürettiği fantastik, bilim kurgu filmleriyle edebiyatın destan kolunu canlı bir biçimde yansıtmaya devam etmektedir. Mitolojik unsurlu film çekmek, görsel gücü kullanmak açısından teknik donanımı ve yüklü bir maliyeti getirmektedir. Amerikan sineması ile burada yerli sinemamız aşık atacak durumda değildir elbet. Ancak bir dönem Cüneyt Arkın’ın başrollerini üstlendiği Battal Gazi serisi, destan kahramanı Battal Gazi’nin hayatını, serüvenlerini anlattığı için oldukça önemlidir. Cüneyt Arkın’ın güçlü oyunculuğuna rağmen akıllara kazınan “Savulun Battal Gazi geliyor!” repliği tebessüm oluştursa da yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı bu filmlerde İslamiyet sonrası destan örneği olan Battal Gazi Destanı’nı birebir yansıtmadığını görmekteyiz. Bizanslılarla olan mücadele ve İslamiyet’i yayma çabası, destanda ağırlıklı işlenen tema iken Battal Gazi filmlerinde sadece Battal Gazi’nin Bizanslıları tek başına alt etmesi, onlarla yapılan dövüş sahnelerinin ötesine geçilememiştir. Filmlerin çekildiği yıllara bakıldığında Yeşilçam’ın teknik imkânlarının yetersizliği göz önünde bulundurulduğunda kostümlerin, tahta kılıçların eleştirildiği filmler oldu Battal Gazi filmleri. Her şeye rağmen Cüneyt Arkın, Battal Gazi filmleriyle yeni nesle destan kahramanımızı sevdirmiş, milli bir bilinç uyandırmıştır. Filmlerdeki mizah unsuru repliklere, dönemin yaşantısını yansıtmayan kostümlere rağmen destan kültürünün o dönemde sinemaya aktarılmış önemli örnekleridir.
Cüneyt Arkın, Türk sinemasının en yakışıklı jönlerindendi ve oynadığı pek çok aşk filmiyle genç kızların hayallerini süsledi. Cüneyt Arkın gibi seven, bakan erkekler arzulandı hep. Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş yoksul bir çocuğun İstanbul’da tıp fakültesi okurken bir yandan inşaat işçiliği, hastabakıcılık yapması, çoğu kez aç uyuyan bir çocukluk geçirmesi oynadığı filmlerde rolünü yaşamasını sağladı kim bilir. Bu yüzden belki de çok sevdi Türk halkı onu.
Dövüş filmleriyle -halk ağzıyla vurdulu kırdılı filmlerle-Türkiye’nin Jackie Chan’i oldu o. Zamane gençleri onun gibi dövüşmeye çalıştı ve uzak doğu sporlarına merak saldı. Koca Bizans ordusunu tek başına yenmesi “aman ne saçma” desek de alttan alta gururumuzu okşadı, milliyetçilik damarlarımızı kabarttı. Onca kurşuna karşı kafasını sallaya sallaya ayakta duran Komiser Cemilimiz’di o.
Rol aldığı filmlerin senaryolarının basitliğinin tarihi gerçekleri yansıtmayışının, dönemin koşullarının yetersizliğinin faturasını ona kesmek büyük haksızlık olur. Bütün bu noksanlıklara rağmen o filmlerin hâlâ izlenmesinin nedeni Cüneyt Arkın oyunculuğu değil miydi? Maden, Öğretmen Kemal, Vatandaş Rıza filminde sosyalist, tarihi filmlerde milliyetçi, polisiye filmlerde adaletin savunucusu, romantik aşk filmlerinde tam bir salon adamı olmadı mı?
“Bir yerlerde Steve Arkın, George Arkın, başka bir yerde Fahrettin, çok uzaklarda Lee Arkın, yakında Cüneyt Arkın… Benim ‘adım’ bile yok… Amerikan generallerine ok ve yay eşliğinde ‘rahat, hazır ol’ talimi yaptıran, yedi metre yüksekliğe sıçrarken parende atıp iki el ateş eden, tek başına bir orduyu devirip Emel Sayın’dan temiz bir sopa yiyen, acil servis ve film setleri arasında mekik dokuyup ölümle oynayan bu adam kimdi?” Yine onun sözleriyle cevap vereyim. “Filmlerimde zalimin karşısında ezilen yoksulun, hakkı yenenin yanındaydım hep… Güçlü, yiğit, cesurdum. Emeğin, alın terinin yanındaydım. Başıma gelecek belaları umursamadan, durmadan horlanan, hakkını arayamayan halkımın acılarını paylaşıyor, yenilmez görünen büyük, acımasız güçlerle ölümü göze alarak savaşıyordum. Cömerttim, insan âşığıydım…. Yılmaz, cesur bir savaşçıydım. Ordular bozuyor, kaleler fethediyordum. Peki filmlerimde böyleydim de, özel hayatımda aynı doğrucu, halkını, yurdunu seven insan mıydım? Halkıma ne kadar dürüst davrandım? Hayatım boyunca, kendime bunları sordum, kendimle hesaplaşıp durdum.” diyor Arkın. Türk halkının gönlünde yeri belli onun. 7’den 70’e sevilmesinin nedeni de sanırım oynadığı rollerde bir başkasını değil kendisini yansıtmasıydı. Bizim kahramanımız ne Malkoçoğlu ne Kara Murat ne Dünyayı Kurtaran Adam ne Komiser Cemal’di. Bizim esas kahramanımız Cüneyt Arkın’dı. Adil, dürüst, haklının yanında olan haksızlığa karşı direnen, halkının yanında olan, yaşadığı toprakların sesi soluğu, onurlu ve vatansever bir Cüneyt Arkın sevdik.
“O iyi insanlar, o güzel atlarına binip çekip gittiler” diyen Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine hayat veren Cüneyt Arkın da o beyaz atına binip gitti bu dünyadan. Geride “Nayır, n’olamaz!” nidaları kulaklarımızda o güzel gözleriyle sımsıcak bakışı ve gülüşüyle dolu filmler bırakarak.
KAYNAKÇA
ASLANOĞLU Birgül (2018). 41 Türk Sineması’nda Folklor İzleri. Konya: Palet
DEMİR Asuman (2015). Halk Hikâyelerinin Sinemaya Uyarlanması Bitirme Tezi. Erzurum.
DİLÇİN Cem.(1992). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara: TDK
HAKAN Fikret.(2012). Türk Sinema Tarihi. İstanbul: İnkılap.
ARKIN Cüneyt.(2012). Fakir Gencin Hikâyesi, İstanbul: Epsilon.
ARKIN Cüneyt (2001).Adını Unutan Adam. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.