AKREBİN PEŞİNDEN KOŞAN YELKOVAN OLMA!
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında”
Dizeleriyle Ahmet Hamdi Tanpınar, zaman ile olan ilişkisini paradoksal bir söyleyiş ile dile getirmiştir. Edebiyatımızda zaman mefhumu denilince akla gelen ilk isimlerden olan Tanpınar, zamana meydan okuyan, zamanın ötesi romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki zaman ve mekân insanla mevcuttur.” der. Bu sözüyle de zamanın insanın varlığı ile anlam kazandığını ifade eder. Oysa zamana bir türlü yetişemeyen insan için bir ayarlama enstitüsünün olması gerek.
Edebiyatımızda zaman mefhumu, birçok yazar ve şaire bu bağlamda ilham kaynağı olmuştur. İnsanoğlu tarih boyunca mitolojide, müzikte, edebiyatta, felsefede, matematikte zaman kavramını sorgulamış, onu anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır.
Beşinci Köşe adlı kitabıyla 2012 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü alan Gamze Güller de zaman kavramının sıkışmışlığını, döngüselliğini, zamana yetişememeyi anlattığı, ismiyle de dikkatleri çeken Durmuş Saatler Dükkânı adlı öykü kitabıyla yakın zamanda okuyucusuyla buluştu.
Durmuş Saatler Dükkânı’nda yazar, edebiyat ve felsefenin her daim sorguladığı zamanın döngüsel mi sarmal mı olduğuna değinmekte, öyküleriyle aynı yola çıkan dertleri anlatmakta. Hatta ve hatta diyebiliriz ki birbirinin içine geçen sarmala döndürme isteği, insanoğlunun sıkışmışlığı, olamama hali, bunalımları, karanlık, sisli biçimde aktarılmakta.
Yazar, aklı başında olmayan öyküler olarak nitelendiriyor bu eserindeki öyküleri. Anlatılar açık değil. Kimi zaman fantastik, kimi zaman distopik, kimi zaman metafizik unsurlar içermekte olan bu öykülerin karanlık, muğlak sonlarına okuyucuyu davet ediyor ve adeta bizleri bir zaman yolculuğuna çağırıp bu döngüselliğe bizleri de dâhil ediyor. Böylelikle okuyucunun kendince sonlar yazacağı farklı öyküler çıkarıyor karşımıza.
On dört öyküden oluşan eserin ilk öyküsü İçeride Kim Var? Bu öyküde ve diğer öykülerin çoğunda insanın yaşadığı kimlik bunalımı, yalnızlığı, çok kimlikli hali dile gelmekte. Hayatında belli ki en yakını annesi olan ve onu kaybetmekle kendi yalnızlığında kaybolan bir kahramanın evham, paranoya, kendi sesi ve kendi kokusu ile baş başa kalışı rutin hayatın döngüselliği ile anlatılmakta. “Ev, bakkal, manav, kasap, kuruyemişçi, ev. Dönüyor durmadan. Bir daha dönüyor. Annesi hastayken eczane de vardı bu düzende. Artık yok. Eczaneleri sevmiyor. Az kaldı çıkacak bu mahalleden.”
Belalı Gemi’ de hastanede zaman kavramını sorgulama ile başlar anlatıcı.
“Zaman başka akıyor. Sabah çok erken oluyor, akşam çok erken iniyor. Geceleri hayat duruyor sanki. Ahlamalar inlemeler dışında ses çıkmıyor saatler boyunca.” Hastane odasında, iki kader yolcusu Ali ve anlatıcımızın acı hikâyesine tanık oluruz.
“Acı dipsiz bir kuyu düşünce çıkamazsın. Düşmemek için birbirimize tutunduk Ali’yle” diyen anlatıcımız, oda arkadaşının ölümü üzerine şu sözleri söyler: “Nereye kaçarsan kaç ölüm seni buluyor. Belalı olan gemi değil, bu dünya, diyemedim. Ağır yaralanmış, çok yaşamaz, demişti Ayten hemşire. Getirip yatırmışlardı yanıma. Dumanı üstünde, is koka koka. Daha kendi yangınım, içimin acısı dinmemişken. Ali’nin yangını düşmüştü kucağıma.” Bu öykü bir hastane odasında iki hastanın çok da dile gelmeyen derin hikâyelerini barındırır. Yazarın anlattıklarının yanında anlatmadığı ama hissettirdiği öykünün bilinmeyenleri, kim bilir sonra karşımıza nasıl çıkacak? Ali’nin hikâyesinde bir hayal olan Ayşe’yi doğru söylemek gerekirse bir okuyucu olarak merak ediyor insan.
Rüyalarımın Kadını adlı öyküde yine yalnız, bunalımlı bir karakter çıkar kaşımıza. “Bunca kusursuzluk bir araya geldiğinde nasıl da kusurlu bir güzelliğe dönüşmüştü. Baktıkça daha çok sevdi, gitgide daha çok âşık oldu” sözleriyle, rüyalarının kadınını kendi kusursuz çizgisinde birleştiren bir kahramanı anlatmakta yazar. Kendi bedeniyle barışık olmayanlar, bedenini sürekli düzeltip kusursuz hale getirmeye çalışırken ortaya çıkan estetik zedelerin aynı bakışı, aynı botokslu yanağı ve dudakları geldi gözümün önüne. Güzellik algısının kusursuzluk olarak dayatılmasına bir serzenişti sanki bu öykü. Hayatının kadını, hayallerinin ve rüyalarının çizdiği sınırlarla çerçevelenmiş, kusurlarıyla kendince kusursuz bir kadın resmetmiş kahramanımız. Modern zaman insanının mükemmeliyetçi bir yaklaşımla kusursuzluğu arayışına bir eleştiri ve toplumun güzellik anlayışını sorgulayış var Rüyalarımın Kadını’nda.
Post Mortem adlı öyküde olaylar, yazarın pek sevmediği bir mekân olan lunaparkta geçiyor. Kalabalık, gürültü, bilinmezlik, tuhaf kokular, ürküntünün mekânı lunaparkta, gerçeklerle yüzleşen, eşini kaybetmiş, korkularıyla yüzleşmek istemeyen bir adam çıkıyor karşımıza. Lunaparktaki dönme dolap da öyküde zaman kavramını ifade eden döngüselliği vurgulayan önemli bir metafor olarak kullanılmış. Sevim, eşine sadece görünmek istiyordu. Bunu, Melntha Kranlık Çiçek adlı bir falcını sözleri ile idrak eden kocası, Sevim’in çekindiği fotoğrafa bakınca anlar ancak. Fotoğrafçının “Biliyorsunuz hiç kıpırdamadıkları için en iyi fotoğrafı ölüler verir. Siz de hiç hareket etmemeye çalışın.” derken bu fotoğrafa bakıp eşini ilk kez gören koca ile yazar, okuyucunun kafasında deli sorular bırakır. Sevim, esansında yaşıyor mudur yoksa yaşayan bir ölüden farksız mıdır?
Bir çocuğun bakış açısı ile ele alınan Cafer adlı öyküde gözümüzde devleşen insanlar, masallardaki dev kavramı ile harmanlanmış. Bir çocuğun masum dünyasında insanlar görünüşüyle değil dostluğu ile vardır oysa. “Sözcüklerin büyüsü var. Doğru zamanda doğru şekilde söylediğimde bir şeyler değişiyor. Açıklamak zor ama biliyorum işte. Ona dev dersem dev olur. Ama arkadaşım dediğimde yalnızca arkadaşım. Hem belki ben de büyüyünce dev olurum.” Çocukların geleceğin umudu olduğunun en güzel göstergelerinden biriydi bu öykü. Yitirilmemiş masumiyet, iyiyi, doğruyu ve gerçekleri gösteriyor aslında.
Hayatım Roman, bu kitabın en çok gülümseten trajikomik öyküsü. Yalnızlığını, içinde yaşadıklarını yazarak anlatan ve rahatlayan bir adamın kendini iyi bir yazar sanmasını, yazıklarının da muazzam bir roman olduğunu düşünmesini ele alan bir öykü. “Okumak dolmaksa yazmak boşalmaktır.” demişti edebiyat öğretmenim. Bu öyküdeki kahramanımız da yazarak içinde bulunduğu durumdan sıyrılmaya çalışan, her yaşadığını yazan bir karakter. Saplantılı bir psikopatın bir yayınevi editörüne yazdığı mektuplarla şekillenir öykü. Pek çok insanın da dediği gibi yazsam, hayatım roman.
Nehir, bir masal ve görünürdeki hikâye ile bu masalı anlatan annenin daha önceki yaşamından kesitlerle harmanlanmış iç içe geçmiş üç öykünün anlatıldığı farklı bir öykü. Post Mortem’de geçen lunapark bu öyküde de geçmekte. Yazarın bir dönem Kazakistan da çalışması ve o bölgenin soğuk iklim şartlarına uyum sağlamada yaşadığı zorluk ve oraya ait olamama duygusu bu öyküye ilham olmuş.
Sonsuz Aşk’ ta, ötekileştirilen, dışlanmış birinin acı hikâyesine tanık oluyoruz.Kırmızı bir mendilin metafor olarak kullanıldığı öykünün sonu net belirtilmese de benim çıkarımıma göre korkunç diyebilirim.
Sözcüklerin Tortusu, aradığını anılarında bulamayan, avuçlarında çocukluğundan fazlası olmayan, aklının içinde kendini yitirmiş, kim olduğunu hatırlamayan bir yaşlı kadının sözcükleri deftere hapsetmek istemesi fakat bunu yapamamasını anlatır. Hayatında sözcüklerin sadece tortusu kalmıştır. Tutmaya çalışır ama olmaz. Çünkü dolaşmış bir yün yumağıdır aklının içi. “Hayat intikam alıyor ondan. Tüm verdiklerini üstünü çizerek teker teker geri istiyor arsızca. Vermemek için direniyor. Duygular bir görünüp bir kayboluyor aklının dalgalı yüzeyinde. Tam yakalayacakken tekrar derinlere gömülüyor. Geriye kalan tek şey tortu.” Bu sözler, yazar net olarak ifade etmese de sanki Alzheimer hastası yaşlı bir kadının öyküsüdür.Kitapta en çok etkilendiğim öykü desem yeridir.O yaşlı kadında Alzheimer hastası olan halamı gördüm.Ne tevafuktur ki bu satırları yazdığımın sabahında da halamı kaybettim.O sebeple Sözcüklerin Tortusu’nun bende apayrı bir yeri olacak her zaman.
Akşamları Işığı Yanan Evler, nedense perdesi açık, mutlu aile tablosu sergileyen evlerle, sosyal medyada durum adında hikâyelerini paylaşan ve mutluluğun pozunu veren insanlara bir gönderme gibi geldi bana. Özel hayatın, birilerine gösterilme çabası, başkalarının imrenilen hayatlarında kendi eksiklerini görüp hep bir yoksunluk ve mutsuzluk yaşayan insanları ifade ediyor. “O hayal kırıklığı, olduğundan başka yerde olma arzusu… Veya hep başka bir yere ait olduğunu içten içe duyumsamak ama kaçıp gidememek. Nerede olursan ol, kendini durmadan yabancı hissetmek. Bu mu yıpratıyordu bizi bu kadar?”
Her Şey Nasıl Başladı Meral, aslında modern hayatın en büyük sorunlarından birini dile getirir. Yoğun iş temposunda iş ve ev döngüsünde kendini kaybetmiş çevresindekilerin ve kaçırdıklarının farkında olamayan, sevdiklerine yeteri zamanı ayıramayan zamana yetişme çabasında insanoğlunun hikâyesidir.
Basit Bir Öğle Yemeği, bir kara gölgenin Figen’in ölümüne sebep olması, aldatılmışlığı, riyayı sahte ilişkileri mi vurgulamaktadır? Yoksa o herkesin hissettiği ve fark edemediği kara gölge nedir? Okuyucunun yorumuna bırakılmış bir öykü yine. Biraz mistik güçler biraz fantastik ögelerle karanlık bir öykü.
Ve son öykümüz Durmuş Saatler Dükkânı, kitaptaki öykülerde verilmek isteneni toparlar nitelikte bir öykü. Zaman kavramının sorgulandığı bir öykü. “Ah saatler! Bırakın şimdi. Zaman herkes için yeterince hızlı artık.” Gerçekten de öyle değil mi sürekli koşuşturduğumuz ama yetişememe hissi ile sürekli huzursuz olduğumuz günler birbirini kovalamakta.“Zaman ışık gibidir tutamazsınız” o zaman neden bu zamanı yakalama çabamız. “Koşmak yerine bazen beklemek gerek.” Durmuş Saatler Dükkânı’ndaki Nefise Hanım’ın sözlerine kulak vermeli çağımız insanı.
“Zaman acımasızdır çocuğum. Başa çıkmak için onun gibi olmak gerekir. Boşuna onun önünde koşmaya çalışmayın. Peşinden gitmeyi bilin… Biz anları severiz. Ve ömrümüzü sere serpe yayarız bu anların üstüne. Akışkanlaşırız hayatın içinde, süzülürüz. Kendi gözlerime bakmak için vaktim var. Ahşaptaki incecik damarlara dokunmak için. Ateşin odadaki dansını izlemek hayal kurmak için. Ve saatleri sevmeyiz biz. Eskiden de sevmezdik. Bakın hiç saat yok burada. İçimizin tik takları susana kadar bekleyebiliriz.”
Peki ne anlatıyor Gamze Güller, öykülerinde. Yazar, Zerrin Saral ile Aksisanat Portal’daki söyleşisinde:“Kendi öykülerimi yazarken hayatın küçük anlarına odaklanan öykücülerin peşinden gidiyorum ben de. Okurken beni derinden etkileyen öyküler; büyük dertleri olmayan, ders verme derdine düşmeyen, yalnızca düşündürenler. Öykü bittiğinde bende devam eden, etkisini kaybetmeyen, geleceğe kalacak metinler. İnsanın derinliğini, çaresizliğini, karanlığını, acımasızlığını, yalnızlığını ve bütün bunlara rağmen biricikliğini, açıklamaya çalışmadan gösterenler. Katherine Mansfield, Raymond Carver, Vüsat O. Bener, Cemil Kavukçu gibi öykücüler. Her şeyin ve herkesin öyküsünü yazabilen büyük kalemler. Sıradan hayatın içindeki olağanüstü anlar cezbediyor beni. Öylesine yaşayıp geçtiğimiz, anlamlandırmak için durup düşünmeye bile vakit bulamadığımız anlar. O küçücük insani dokunuşlar. İnsanın hayata, hayatın insana, insanların birbirlerine dokunuşu. İşte bu inceliğin, bu anlatılamayanın, bu özel ama yine de sıradan durumun peşine düşmeye çalışıyorum öykü yazarken. İçimde durduk yere baş gösteren bir sevincin, bir nefretin, bir boş vermişliğin peşine…”diyor.
Gamze Güller, aldığı mimarlık eğitimi ile dünyaya bakışını da şekillendirirken yazar olarak baktığı her yerde ayrıntıları görmekte ve daha büyük resimlere ulaşmakta. Zaman içinde mekândaki değişimi kıymet verdiğimiz şeylerin örselenişindeki rahatsızlığını dile getirmiş öykülerinde. Mekânları sadece bir atmosfer olarak değil de öykünün ana bileşenlerinden belki de karakterlerinden biri gibi kullanmaya çalıştığını söyleyen yazar, yaşanmışlıkların nesnelere başka değerler kattığını hissettiriyor yazdıklarında. Samimi içselleştirilmiş hikâyeler çıkıyor karşımıza.
Durmuş Saatler Dükkânı’ndaki öykülerde yazar, hem anlattıklarıyla hem de anlatmadıklarıyla çoğalıyor. Okuyucuya da büyük bir paye bırakıyor yazar. Yoruma açık bu öykü sonları bence okuyucuyu interaktif kılarken yazarla okuyucu arasındaki bağı da kuvvetlendiriyor. Yazar, bir zamanlar karaladığım şu dizelerdeki gibi
günümüz insanının zamanla olan kavgasını da dile getiriyor aslında:
“Kanma aldanmış vakitlerin gürültüsüne,
Akrebin peşinden koşan yelkovan olma!”
Durmuş Saatler Dükkânı, kendimizi sorgulayacağımız, kurgusu sağlam, sonu şaşırtıcı, anlatımı çok samimi öyküleriyle zamana meydan okuyacak eserler arasında yerini almıştır bence.