Türk Edebiyatına kazandırdığı pek çok nitelikli eserle adından söz ettiren değerli yazar Sevinç Çokum bir söyleşisinde şöyle der: “Kendime bir mektep olarak bakıyorum. Kendimi mektep gibi kurdum. Hatalarıma bakarak hep daha iyisini yazmaya çalıştım.” Yazar, her ne kadar kendini yenilemek ve aşmak adına bu sözü kullansa da esasında Çokum okurları için de aynı şey söz konusudur. Sevinç Çokum gerçekten bir mektep ve biz onun eserlerinden çok şey öğrendik. Sözlü kültürün aktarımındaki abartıya kaçmayan özgünlüğü, geleneksel unsurları yansıtmada bir kültür elçisi oluşu, yakın tarihimizi derin analizi, adını kendisinin vermiş olduğu felsefi bir anlayış -abukizm – ile dünyayı yeniden yorumlaması, bütün doğruların yanında başka doğruların da olabileceği savını ortaya koyması, hümanist bakışı, dil işçiliği, Türkçeyi güzel kullanımıyla okuyucusunun takdirini kazanmış yelpazesi geniş bir yazar Çokum.
Kitaba adını veren İlkin Kuşlar Uyanır sevgi dolu bir ailenin anlatıldığı bir öykü. Bir adam, bir kadın ve iki çocuk. Bu ailenin sıradan bir günü. Sultan ve kocasının çocuklarla güne çok erken başlayıp hastane yoluna düşmeleri “Sabahın karanlıktan tam sıyrılmamış belirsiz renginde geniş kanatlı kuşların uçuş dansı… Çıplak dallara konuyorlar bir yandan. İlkin Kuşlar uyanırdı işte.” satırlarıyla ifade edilir. Onlar da kuşlar gibi erkencidir. Yazar, muayene olmak için bekleyen Sultan ve ailesini anlatırken hastane ortamını şöyle yansıtır. “Hastanelerin dik, haşin gövdesi. İster istemez sığınacağımız yer, belki bizi ölüm kavşağından yaşama döndürecek olan, belki öleceğimiz.” Hastalıklar, hayatın olağanlığı içinde hep var olacaktır ve hastaneler bu olağanlık içinde bir duraktır.
Gözleri Mürdüm, “Annem’e” ithafıyla başlar. Anlatıcının annesinin İstanbul’a gelişinin hüzünlü öyküsüdür bu öykü. On beşinde uzun göğe şekiller çize çize, adeta yazılar yazarak giden göç kafilesinde yolunu yitirmiş şaşkın bir kuş gibi gelip konmuştur İstanbul’a kahramanımız. Memleket özlemi, çocukluk günlerine hasreti ve kahramanımızın en iyi çocukluk arkadaşı tosunu (inek yavrusu) Mürdüm’ü anlatır yazar. Kahramanımız ve Mürdüm arasında öyle güçlü bir bağ kurulur ki onların sevgisine, birbirine düşkünlüğüne bütün köy halkı şahittir. Eğribaş Rıza, Kavun Keleği Şakir ve kahramanımızın abisi bu sevgiyi maalesef anlayamazlar. Bir kız çocuğu ile bir hayvanın dostluğu ekseninde yazar köy hayatını, geleneklerini, yerel ağzı da çok güzel yansıtır bu öyküde. Hazır yerel ağız demişken Sevinç Çokum okurları çok iyi bilir ki onun özenle seçtiği unutulmaya yüz tutmuş kelimeler vardır. Sevinç Çokum Türkçesi diye bir kanı oluşur onun hayranlarında. Çekeşlemek, ezcük, eyice, bıldır, bağırtgan süsgen, söyündürmek, bir meslek olarak cazgırlık, ırıbını da bu esere büyük zenginlik katan özel kelimelerden bazıları sadece.
Menekşe Çağı, Demans hastası babası Süha Bey’e hastanede refakat eden Arzu’nun gözünden hastaların ve refakatçilerin durumunu oldukça içten yansıtan bir öykü. Bir dergide editör olan Arzu’nun “İnsanın içinde bulunduğu iklim neyse orada olan da odur.” ifadesinden de anlaşılacağı gibi onun ruh hâlini, iç sesini okuruz öyküde. Otuz dört yaşını geçmiş ve evlenme umudu kalmamış Arzu’nun annesinin de dediği gibi belki Arzu’nun da menekşe çağı geçmemiştir. Rengarek çiçeklerini açacaktır. Hastanede tanıştığı bir hasta yakını Deren, Arzu’nun umudunu tazeler. Menekşe çağı kim bilir Deren ile gelecektir onun hayatına.
Kitabın adında da geçen kuşlar, zaman zaman farklı öykülerde karşımıza çıkar. Sanki geçmişe özlemin, kaçırılmış güzelliklerin, kimi zaman umudun yansıması bir metafor olarak geçer bazı öykülerde, tıpkı bu öyküde de geçtiği gibi “Akasyanın dallarında bir kuş var mıydı gerçekten? Hava kararınca o saatlerde kuşlar gitmiş, yuvalarına çekilmiş olurlardı. Ama bazen gecikmiş bir kuş arkada kalmış ve bir dala sığınmışsa? Karanlığın içinde şaşırtıcı bir kanat sesi duyabilirdiniz.”
Gökyüzü Karmakarışıktı yine hayvan sevgisini ve köy hayatını anlatan öykülerden. Jokey Nail diye anılan Nail bey ve atı Domino namı diğer Beyzade’nin derin bağına hayran kalırız. Selçuk Öğretmen, Beyzade’nin ardından onun değerini şu güzelleme ile dile getirir. “Sen büsbütün kaybolmadın Beyzade! İstersem seni gözümde canlandırabilirim. Bak bu akşam alacasında yapılardan yansıyan renkli ışıkların yanıltıcı karmaşası arasında senin parıltılı gövdeni, rahvan gidişini görebiliyorum… Koyu kestane rengi dalgalanışlarının farkındayım. Sen göklere yaraşırdın zaten. Sen masallara yaraşırdın. Eksapet Dudu’nun anlattığı yarı uydurma, romansı masallara. O efsane atlıları anlatırdı. Kanatlı manatlı, kulağı altın küpeli. Belki o çağlarda yaşamalıydın sen. Doğasını yitirmekte olan bir coğrafyada, maganda kurşunlarının yağmurları altında değil!”
Ve yine kuşlar “O kınalı keklikler, doğaya yaraşan, şişkin göğüslü gülümser gibi bakan, alçaktan uçan ve hikâyeleriyle türküleriyle anılan Kuşlar…”
Son öykümüz Gül Tutan Kız, temiz kalpli, dürüst, çalışkan bir genç olan Utku’nun garsonluk yaptığı otelde Tatyana’yı gördüğü ana odaklanılarak kurgulanmış bir öykü. Lepiska saçlı, beyaz elbiseli, kırık bir Türkçeyle konuşan elinde kırmızı bir gül tutan Tatyana’ dan oldukça etkilenen kahramanımız elindeki tepsidekileri düşürür. Bardakları kırmanın ve şefine hesap vermenin mahcubiyetini yaşar ama yine de “Her şey biter geride yaşadıklarımızın tortuları kalır diye düşünür Utku.”