“bensiz kalacaksın bir gün, dedi
ışığı sönmüş bir ev, dişsiz bir ihtiyar gibi.
o zaman bunca anı ayakta tutacak seni” dizeleriyle başlar Serkan Türk’ün, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan beşinci öykü kitabı “Uyurgezer Bir Gölge”. Şu sıralar adını yayımlanan ilk romanı Ausgang ile sıklıkla duyduğumuz Serkan Türk, modern öykünün yeni ve başarılı yüzlerinden biri. Çok yönlü yazarın, şair dokunuşuna eserin henüz başında şahit olur okuyucu. Şiirin öyküye kanatlanması olarak nitelendirebiliriz Uyurgezer Bir Gölge’yi. Zira on dokuz öyküden oluşan bu eseri okurken yazarın şair kimliğini; şiirin öykü ile olan uyumunu ve kardeşliğini görürüz adeta.
Yolculuk temaları, hüznü, yalnızlığı, ayrılığı, gurbeti ele alır genellikle. Hele tren yolculuğuna dair eserlerden çok etkileniriz toplum olarak. İşte bir trenle Serkan Türk öykülerine yolculuğumuz başlar. Bu öyküde fark edilmeyen, kendilerini yok sayan, kendilerini yok saymayı tercih ettikleri için etrafındaki insanların dikkatlerinden de kurtulmayı amaçlayıp yabancılaşmış yalnız bir birey ele alınır.
“Lunapark” adlı öyküde yoksulluk yüzünden gardıropta yaşamaya başlayan bir ailenin haberini okuyup etkilenen ve kendini acımasız bulduğu gündelik hayattan soyutlamaya karar verip gardıropta yaşamaya başlayan bir karakter anlatılır. Yalnız insanların içlerine kaçmış o karanlıkta neler bulup çıkardıklarını kahramanımız acıklı bir melodram ile böyle öğrenmeyi tercih eder. Yazarın ifade ettiği o hastalıklı ruhların karanlıkta yüreğini bulacağı bir bebek gibi beşiğine, dünyanın rahmine döneceği düşüncesi ile sarsıcı bir öykü finali ile karşılaşırız Lunapark’ta.
Dört Yüz On Altı adlı öykü ise uğurlu sayısıdır kahramanımızın. Yazar bu sayıyı “Hiç” adlı öyküsünde tekrar kullanır. Yazar için anlamı nedir bilinmez ama bu öyküde de görünmezlik iksirini içip kimse tarafından fark edilmek istenmeyen biri. “İnsan, utanç duygusunu kaybettiğinde vicdanının gölgesi onu terk edermiş bu gölgenin kaybolması için su bardağının dibiyle tam tamına 416 karınca ezdiğini söylememe gerek yok herhalde ama karınca öldürmek o gölgenin kaybolması için yeterli değildi.”
“Bu da Senin Hikayen” de yazarın bahsettiği nine başka öykülerde de geçmekte. Okurken yazarın hayatında iz bırakan bir Karadenizli nine belirdi zihnimde. “İğne deliğine ip geçirmek gibi bir şey yaşamak, derdi ninem. Bazen deliği tutturduğunu sanırsın ama ip boşluğa gider.” nasihati sanki yazarın bilinçaltına yerleşmiş anılarından süzülmüş bu öyküye. “Hiç” adlı öyküde de geçen zamanın dudakları olduğunu söyleyen bir nine ile karşılaşırız. “Parmaklar” ise altı parmaklı bir çocuğun yaşadıklarını dile getirir. Serkan Türk’ün eserlerinde tercih ettiği karakterler, sadece düşünceleri ile değil fiziki özellikleri ile de çevresindekilerden soyutlanmış sıradışı kimliklerdir. Bu öyküde altı parmaklı torununun dışlanmışlığını, yalnızlığını ona merhem olacak “Senin içine bir kahraman kaçmış yavrum. Bunlar onun senin elindeki gözleri” sözüyle ifade eden ninemiz çıkar yine karşımıza.
“Sabah Yürüyüşü”nde şiiri, bir kas atımına benzeten ve ne çektiyse bu kas atımlarından ve onu söylemek zorunda bırakanlardan çeken bir karakter anlatılırken; “İki Fotoğraf”ta rüyasında fotoğrafı yiyen Bukra ve ninesinin yumağı ile oynayan Sangal’la, “Bukra ve Sangal” öyküsüne gönderme yapılmaktadır. “Yaşamı Yormak”ta insanın hayatının bir döneminde büyük bir günah işlemesi ve sonrasında o en büyük günahın elinden alınması anlatılır. “Gözleri iki kara leke. Geceye düşse üzgün… Güne değse kalp kırıklığı…” sözlerine mest olduğum “İki Kara Leke” de Uyurgezer Gölge’lere atıf vardır. Köpek, Ölüme Uçan Balıklar, Esin, Ö.Akdoğan’ın Beklenmeyen İntiharı, İçindeki Ses, Kiler, Biri, Diğeri, Öbürü ve Dağ Keçisi kitapta yer alan diğer öyküler.
Öykülere genel olarak baktığımızda günlük yaşamın olağanlığını anlatırken arada küçük farklı dokunuşlarla sürprizler sunmayı tercih etmiş Serkan Türk. Bireysel konular ağırlıklı ele alınmış gibi görünse de toplumsal duyarlılığa da dokunuşları görebiliyoruz satır aralarında. Topluma ayak uyduramamış, yalnız, terk edilmiş, içe kapanık, kendini ifade etmekten kaçınan karakterler sunmuş yazar. Bizden biri bu yazar diyecek kadar da samimi bir anlatım sergilemiş.
Yazarın da ifade ettiği gibi “Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de yaşamaktan vazgeçmiyoruz. O içimizi bunaltan, karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey geçip gitmiyor.” Belki de kendimi bulduğum ve çok etkilendiğim Uyurgezer Bir Gölge, kitabın son öyküsü. Kişinin kendisiyle hesaplaşması, bir iç muhasebe yapması, güvensizliğin bir gölge olarak peşini bırakmayışı, düşüncelerimizin ve ruhumuzun bir uyurgezer olduğunu anlatmakta bu öykü. İçimizde sürekli konuşan birinin varlığını duyumsadığı için yazdığını ve yazarken kendini, eksiğini de tamamlayamaya çalıştığı sonucuna bu öyküden yola çıkarak varabiliriz.
Serkan Türk, kitabın başındaki etkileyici şiirin devamı ile noktalıyor Uyurgezer Bir Gölge adlı eserini.
“…
her şeyin bir saati var, dedi adam.
kuyuya düşmenin, kuyudan çıkmanın.
bir kalbi uzun uzun dinlemenin.”
Zaman, dedi, bir daha yetişemez geçtiği yerlere,
bir fırtına kuşu bilirdi kum zambaklarını.
denizi, yosunu ve balık ağını,
insan unuttuğunu unutuyor, ağladığını,
yok saydığını.”